Sevgili Hasan Ali, benim senden ilk okuduğum öykülerindi. Dilin büyülemişti. Bu büyü romanlarla sürdü. Ama sen öyküden uzun bir süre uzak durdun. Bir Gülüşün Kimliği, Yoklar Fısıltısı, Ölü Zaman Gezginleri… Sonunda kimi öyküler ayıklanarak topluca yayımlandı. Öyküyü önde tutmaya çalışarak, yazmak üzerine konuşacağız seninle. Bu gecikmenin nedeniyle başlayalım. Kimi arkadaşlar öyküye sığamadıkları için romana geçtiğini söyler. Böyle bir nedeni var mı bu uzaklığın?

Hayır, böyle bir nedeni yok. Birçok şey gibi, ben romana neden geçtiğimi de bilmiyorum. Zaman zaman bunu düşündüğüm oldu ama, akla yatkın bir neden bulamadım. Bence, bir nedene dayanması da gerekmiyor zaten. İşte, bir gün şeytan dürttü ve birdenbire roman yazmaya başladım. Böylece öyküden uzaklaştım. Neredeyse on yıl kadar sürdü bu durum. Kimi zaman, öykü gözümü de, öykü kalbimi de yitirdim artık diye düşündüğüm bile oldu. Ama, son günlerde kalbim öyküyle yeniden buluştu ve ben “Adam Öykü”ye ilk kez öykü gönderdim. Unuttuğum bir heyecanı yeniden yaşadım bir bakıma. Ölü Zaman Gezginleri de bu vesileyle gündeme geldi. Romanlarımın arka kapaklarında adları anılan o üç öykü kitabının üçü de kitapçılarda yoktu biliyorsun, yayımlandıkları yıllarda dağıtımları yapılmamış, yapılamamıştı. Bir anlamda, adları var, kendileri yok gibiydi. Şimdi o kitaplardan ikisi (Yoklar Fısıltısı ile Ölü Zaman Gezginleri), Ölü Zaman Gezginleri adıyla okur önüne çıkıyor. Aşağı yukarı on yıllık bir gecikmeyle.

Öykülerindeki ve romanlarındaki zaman ve mekân üzerinde durmak istiyorum. Şimdi, geçmiş ve gelecek, hiçbir öyküde, yalnızca kendi zamanlarından ses vermiyor. Neredeyse bütün zamanlar ancak birbirleriyle, birbirinin içinden var olabiliyor. Mekanlar da öyle. Evler, çarşılar, dağlar, yollar birbiri içinde eriyorlar. Sonuç bir dil bir ruhsal derinlik şöleni. Nedir bu; bir yetinememe mi?

Zamanı algılama şeklimden kaynaklanan bir şey herhalde bu. Ya da, zihnin işleyişinden kaynaklanan bir şey. Ya da, zaten insan zamanların bir araya gelmiş halidir. Ya da, zaman dediğimiz şey biraz da mekandır ve mekan dediğimiz şey de belki zamandır. Ya da, bu soru çok zor bir soru. Nedenine gelince, sen de biliyorsun ki, yazar bilgiyle yola çıkar ama sezgiyle yol alır.

Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk
Hiçbir yere gitmiyor 

der Edip Cansever. Küçük taşra kasabalarının kısılmış hayatları bir deniz feneri gibi yanıp sönüyor yazdıklarında. Öykü ve roman olarak yazdın ama, bunların dışında, taşra kasabalarının yalnızlığı ile yazmak arasında, yazmanın dinamiğinden metnin örgüsüne, nasıl bir ilişki var desem?

Benim hayatımın yirmi beş yılı küçük taşra kasabalarında geçti. Oralarda yazmak korkunç bir şey tabii, bir anlamda yalnızlık içi yalnızlık. öyle ki, bir Türkçe öğretmeniyle karşılaştığında seviniyorsun. Ya da, herhangi bir insanın ağzından Sait Faik’in adı çıksa, ona çok yakın bir akrabanı görmüş gibi bakıyorsun. İçinden, sırf Sait Faik’i biliyor diye, sarılıp öpesin geliyor. O kasabalar hâlâ öyledir sanıyorum; kitapçı denen yer yine kırtasiyecidir, yazmak yine boş iştir, kitap deyince akla yine ders kitabı geliyordur ve kırtasiye dükkanlarının bir rafında yine yalnızca Ömer Seyfettin’in, Halide Edip’in ve Yakup Kadri’nin birkaç kitabı vardır. Taşra kasabalarında geçen yıllarımın herhalde bende olumsuz etkisi de olmuştur ama, ben bugün dönüp baktığımda, o etkinin bile zamanla olumlu sonuçlara yol açtığını düşünüyorum. Hani, acının azı insanı dünyaya bağlar, çoğu tümüyle koparır derler ya (Cioran mı derdi, Adorno mu?), onun gibi, o kasabalarda yaşadığım yalnızlığın şiddeti de belki beni tümüyle harflerin dünyasına itti. Yazıyı benim için hayatın bir parçası değil, tümü kıldı. Küçük taşra kasabalarında geçen o yaşantı, muhtarı, bağbozumu şenlikleri, minibüsleri, kayıpları, sessiz kadınları, sinema salonuna kaçak giren çocukları, bunalan insanları, kederleri, çıkmazları, gaz lambasının ışığında anlatılan hikayeleri ve daha başka şeyleriyle, yazdığım romanların ve öykülerin örgüsünde de yer aldı tabii.

Senin hemen bütün anlatımlarında bir sarmal genişleme var. Gerçeklik duygusu yitirecek kadar bir genişleme. Elbette çok bilinçli bir tutum. Nedir bu, gerçekliği büyütmek mi, yoksa yok etmek mi? Ve neden?

Her türlü oluşumun ana yapısı sarmalmış gibi geliyor bana. Gerçekliği büyütmek ya da yok etmek dediğimiz şey, aslında gerçekliği var etmek.. Yazınsal gerçekliği yazının içinde kelimelerle, cümlelerle, onların yok ettiği, var ettiği şeylerle yeniden oluşturmak. Metindeki öğelerin birbirine dönüşebileceği, her türlü varoluş olanağı sağlayan aşkın bir ortam yaratmak. Gölgesizler’de, Kayıp Hayaller Kitabı’nda ve özellikle de Bin Hüzünlü Haz’da bu yapı bilinçli olarak oluşturuldu.

Elbette bıçak keskinliğinde değil ama, bir genel yönseme olarak öyküyü, olay öyküsü ve durum öyküsü diye ikiye ayırıyorlar. Senin öykülerinse üçüncü bir tanım gibi duruyor. Bu bağlamda güncelle dilin ve güncelle öykünün ilişkisini nasıl görüyor, nasıl kuruyorsun?

Başlangıçta, belki ilginç bir olayı yazmakla öykü yazmanın aynı şey olduğu yanılgısını ben de yaşadım ama, daha sonraları şimdi olay öyküsü yazayım ya da durum öyküsü yazayım diye hiç düşünmedim. Benim için öykünün biçimi daha önemli oldu. Güncele gelince… Güncel, yazarı her an poz verme tehlikesiyle karşı karşıya bırakabilecek bir şey bence. Bir anlamda, dalkavukluğa da açık bir kapı. Öykücü, romancı, ya da şair, günceli konu edinirken, kendini denetleyemezse, kimi zaman farkına bile varmadan okura, eleştirmene, ya da içinde bulunduğu zamana poz verebilir. Bunun birçok örneği var. Durum böyle diye, güncel olandan kaçınmalı, hiç bulaşmamalı demek istemiyorum tabii. Bana göre, yazarın gözünde, güncel olan ile güncel olmayanın ağırlığı aynıdır. Günceldeki geleceği ve geçmişi görebilmek önemli bence. Başka bir deyişle, güncel olanın, gelip geçici görüntüsünü (kısa ömürlü kabuklarının cazibesini) aşıp özüne, değişmez yanına dokunabilmek önemli. Sonlu olanın sonsuz yanına. Edebi ve ebedi yanına. Dilin güncelle ilişkisi sıcak bir ilişki.

Ama ondan önce şunu söylemeliyim; dil, kalemin ucundan akıveren şey değildir bana göre. Dilimin ucuna bu kelime geldi ya da falanca kelimeyi kalbimin derinliklerinden çıkardım diye hemencecik oturup yazamayız. Kalbimizin derinliklerinden çıkardığımız o kelimeyi uzatıp aklımıza, uzatıp daha önce yazdığımız öteki kelimelere, hayal ettiğimiz metnin ruhuna, geçmişe, geleceğe ve şimdiye de göstermek zorundayız. Kısacası, bence dil kurulan bir şeydir. Yapılan bir şeydir. Her zaman, güncelin tuzağına düşmek gibi bir tehlikeyi de içinde barındırır. Farkında olmadan, güncel olan, dili biçimlendirir. Sözgelimi, son zamanlarda okuduğum bazı öykü kitaplarında, oldukça rahatsız edici, en azından beni rahatsız edici bir dille karşılaştım. Kelime dediğimiz işaretler, herhangi bir yere yan yana yazılabilen ve yalnızca gözle görülebilen şeyler değildir. Bir büyüsü vardır onların, bir giyinikliği, bir çıplaklığı, bir derinliği, bir karanlığı, bir aydınlığı, bir belirsizliği vardır. Ama, son zamanlarda okuduğum o kitaplarda sanki her kelimenin boyu ve derinliği aynı. Sanki her kelime harflerden ibaret. Cümleler, çarpık çurpuk adımlarla sürekli koşuyorlar. Televizyon habercilerinin olay yerinden yaptıkları açıklamalar gibi, bağıra çağıra ve soluk soluğa… İşte buradaki hız, tasarlanmış bir hız değil; güncelin rüzgarına, koşulların ritmine kapılmış bir hız.

Yakından tanıyan birisi olarak, Hasan Ali, sen tenha bir adamsın, fakat yazdıklarında, tam tersi, mahşeri bir kalabalık var. Kalabalıkla yazmanın ve yalnızlıkla yazmanın ilişkisi desem?

Yazmak bence bir yalnızlıktan bir yalnızlığa yolculuk. Okuru hesaba katsan da böyle bu, katmasan da. Başka bir deyişle, bir öyküye, bir şiire, bir romana başlarken yalnızsın; bitirdiğinde daha da yalnızsın. Metinlerimdeki mahşeri kalabalıkları da ben yalnızlığın başka bir biçimi olarak görüyorum. İçinde bulundukları metnin vazgeçilmez bir malzemesi ya da kurgunun temel bir parçası gibi gözükseler de (ki öyledirler, öyle kılınmışlardır), bu mahşeri kalabalıkların, ruhsal yapımdan kaynaklanan, benim bile farkına varmadığım çok daha başka nedenleri de olabilir tabii. Çocukluğumdan bu yana bir türlü yenemediğim kalabalık fobim olabilir sözgelimi. Sonsuzluğa Nokta’nın kahramanında da vardır bu fobi; otobüs terminalinin kalabalığından bile korkar o, dehşet verici sahneler hayal eder. Ben fobimi kahramana yükleyerek başımdan defetmeye kalkışmış değilim tabii, o fobi o kahramanın kılındı. Bir anlamda, hem beyhude bir defetme çabası gerçekleştirildi, hem de o fobi o kahramanın yapısını oluşturan bir malzemeye dönüştürüldü. Kalabalıkla yazmanın ilişkisi bana pek açıklanabilir gibi görünmüyor. Yazmak, belki de kalabalık bir tenhalık hali.

Yerini geç bulan bir yazı hayatın var. Yayımlatma konusunda yaşadığın sıkıntılardan, okurun yazdıklarına nüfuz etmesine kadar, edebiyat ortamını topluca düşününce, bunun yazma eylemine uyguladığı basınç ve olumlu olumsuz etkileri neler oldu?

Gerçekten, epeyce sıkıntı yaşadım. Bu sıkıntılar, dergilere ilk kez öykü gönderdiğimde başladı aslında. Sıkıntı da değildi başlangıçta, şanssızlık gibi bir şeydi. İlk kez “Edebiyat’ 81” dergisine göndermiştim öykülerimi. Tanju Cılızoğlu, gönderdiğim üç öykünün aynı sayıda yer alacağını bildirmiş ve hayat hikâyemi istemişti. Dergide hayat hikâyem de olacaktı. Ama olamadı, dergi tam o sırada kapandı. Aynı öyküler “Dönem” dergisine gitti, birini yayımladılar ve o sayıyla birlikte o dergi de kapandı. İnsana olamazmış gibi geliyor ama, benim ilk kez sözleşme yaptığım yayıneviyle ikinci sözleşmemi yaptığım yayınevi de kapandı. İkisi de kitabımı basamadan, sözleşme yapar yapmaz kapandı. Böylece sürdü bu şanssızlık. Daha sonra da, farklı farklı sıkıntılar. Bir bakıma, “Edebiyat’81” dergisinin kapandığı yıllardan Adam yayınları’na gelinceye dek, neredeyse yirmi yıl… Bu yirmi yıl boyunca, her çeşit sıkıntıyı yaşadım. “Paragraflar çok uzun, optik açıdan okurun gözlerini yorar, hem artık günümüzde roman kısa ve vurucu cümlelerle yazılıyor,” diyenler, “Şimdi sen burada neyi anlatıyorsun?” diyenler, “Üzerinde fazla çalışmışsın, etini, yağını, baharatını öyle çok koymuşsun ki bir oturuşta yenmiyor,” diyenler. “Öteki yazarlar hangi konuları ele alıyor, görmüyor musun?” diyenler, ya da “Biz falanca yazara bile paragraf çıkartıyoruz, sen ne aksi yazarsın!” diyenler oldu. Velhasıl, bu gerekçelerle yayınevlerinin kapısından geri çevrildim durdu. Bütün bunlar kimi zaman insanı kamçılasa,da, kimi zaman fena halde küstürüyor tabii.

Benim de küstüğüm, bütün umudumu yitirdiğim ve artık beni kimse anlamayacak dediğim zamanlar oldu. Hatta, yazmamayı düşündüğüm zamanlar da oldu ama, bunu yapamadım, tuttum, böyle bir dönemde (galiba altı, yedi ay sürmüştü), “Ben ninemi yalnızlık sanmıştım bir keresinde” diye başlayıp, “uzaklar / atların topuklarında zonklar / biz uzaklarda” diye sürüp giden şiirsel metinler yazdım. Sonuçta, insanın yazma arzusunu, yazma tutkusunu ya da (diyelim) yazma hastalığını hiçbir şey yok edemiyor. Belki okurla buluşman geciktiriliyor ama, engellenemiyor.

Bu sıkıntılardan sonra, şimdi yaşadıklarına nasıl bakıyorsun? Bir de, bu arada hiç mi iyi şeyler olmadı?

Oldu tabii. Ödüller beni hep şaşırttı sözgelimi. En çok şaşırtanı da, birçok yayınevinin geri çevirdiği Bin Hüzünlü Haz’ı, geçen yıl Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencilerinin en iyi roman seçmesi oldu. Ödül törenine davet edildiğimde, bir yanlışlık olduğunu düşünmüş ve inanamamıştım. Aynı roman, bu ödülün ve Cevdet Kudret Edebiyat Ödülünün yanı sıra okurdan da ödül aldı aslında, üçüncü baskı yaptı. Bu da şaşırtıcı bir şey benim için. Çünkü o romanı yayımlatabilmek için o kadar çok yere başvurmuş ve öyle laflar işitmiştim ki, bir süre sonra, gerçekten kötü bir şey yazdığımı düşünmeye başlamıştım; Neredeyse suç işlemişim duygusuna kapılmıştım hatta. “Kusura bakmayın, bir kazadır oldu işte, kendimi tutamayıp yazmış bulundum!” diye bağırasım gelmişti. Evet, kimi zaman iyi şeyler de oldu.

Kötü bir şey yazdığımı düşünmeye başlamıştım, dedin. Ne yaptığını bilmiyor muydun? Ya da buradan yola çıkarak şöyle sorayım : romancı, öykücü ya da şair ne yaptığını bilir mi, bilmeli mi?

Ben ne yaptığımı tam olarak bilemiyorum. Biliyorum diyenlerin de tam olarak bildiklerini sanmıyorum. Biz her şeyi tasarlayıp yazarken, bilinçaltı dediğimiz şey sürekli çalışıyor çünkü. İşte tam da bu noktada ben, kalemin biraz daha gevşek tutulmasından ve bilinçaltı dediğimiz şeye fırsat tanınmasından yanayım. Sezgiye, hatta bilgisizliğimize fırsat tanınmasından yanayım. Biliyorsun, arada bir kalemimin bir bilgisizlik alanında çalıştığını söyler dururum. Sonra da, bu bilgisizliğin iki tür bilgisizlikten oluştuğunu söylerim: bilginin oluşturduğu ‘varılan bilgisizlik’ ile işlenmemiş yanımızdaki ‘kalınan bilgisizlik’ten. Sözgelimi, ben, “Karanlık Beyaz” adlı öykümde ne yaptığımı on yıl sonra fark ettim ve sarsıldım. Ne yaptığımı şimdi söylemeyeyim ama, başka bir örnek vereyim. Kayıp Hayaller Kitabı’nda aklını yitirmiş bir kadın var; Kevser. Romanı bitirmek üzereyken anneme o kadının nasıl öldüğünü sordum. Anlattı, ama o Kevser değil, Server’di dedi. Kevser’i Server yapmadım tabii, adı öylece kaldı. Cennette bulunan, kaymaktan yumuşak, baldan tatlı, kardan soğuk bir suyun adı olduğu için kaldı. İçenlerin bir daha susamayacağına inanıldığı için. Bugünlerde ben şunu fark ettim : Gölgesizler’ de de aklını yitirmiş bir kahraman var: Roman boyunca kendi adı hiç anılmıyor, hep annesinin adıyla anılıyor. Cennet’in oğlu. Ayrı romanlarda yaşayan bu aklını yitirmiş iki kahramanın cennetle olan ilişkilerini ben bilerek kurmuş değilim. Ama, ikisinin de adlarıyla dünyanın dışında bir yeri (o yer olsun ya da olmasın) işaret ediyor oluşu hoşuma gitti.

Senin romanlarında, toplumsal arka plan göz ardı edilmeden, bireyin tarihi ile yazının tarihi var (Bin Hüzünlü Haz özellikle). Günümüzdeki yaygınlığını da düşünerek, tarihsel roman desem?

Ben bu tür tanımları anlamakta güçlük çekiyorum. Herhalde romana bakış açım yüzünden. Okur bugünlerde tarihi konulara ilgi duyuyor diye, bir romancının oturup böyle bir roman yazacağını da düşünemiyorum. Kendi adıma, ben yapamam. Romanıma belki bir gün tarihi bir olayı konu edebilirim ama, bunu okur tarihi konulara ilgili gösteriyor diye yapmam. Bana göre, yazmak, her türlü iktidarın etkisi dışında yapılan, çok özel bir şeydir. İktidar devlet olabilir, iktidar okurun eğilimi, eleştirmenin bakışı, editörün anlayışı olabilir. Yazar kalemi eline alıp eğildiğinde kağıdın yüzüne kendi gölgesiyle birlikte bunlardan birinin gölgesi de düşüyorsa, bana göre yazılacak olan metin daha baştan zedelenmiştir.

Son olarak, üzerinde çalıştığın roman okurla ne zaman buluşacak; ve öyküyle bundan sonraki ilişkin?

Biliyorsun, benim elimden kolay kolay bir şey çıkmıyor. Çok çalışıyorum ama, çok yavaş ilerliyorum; sayfaları tekrar tekrar yazıp duruyorum. Bu romanın ilk cümlesini (ses tonunu ya da akordunu) neredeyse sekiz ay aradığımı da biliyorsun. Bu nedenle, roman şu vakit biter diyemiyorum. En doğru yanıt şu aslında : İçime sindiği zaman bitmiş olacak. Sonra, üç dört yıldır düşündüğüm, notlar alıp bir köşede beklettiğim başka bir roman tasarısı var. Bu arada, öyküyle ilişkim sürecek sanıyorum. Yazmak istediğim öyküler de var çünkü.

* Şükrü Erbaş tarafından yapılan bu söyleşi Adam Öykü dergisinin Kasım-Aralık 2001 tarihli sayısından alındı.