Bu sabah gözlerimi açtığımda, her zamanki gibi yer yatağının içindeydim. Yorganı tutup omuzlarıma doğru çekerken, bu yatak beni öldürecek, diye düşündüm bir an. Gerçi çok eskiden, tâ çocukluğumda da bu tür yataklarda yatardım ama o yıllarda odaların tabanına ya uzun uzun biçilmiş tahtalar döşenir ya da sokak aralarındaki satıcılardan alınan sapsarı hasırlar serilirdi. Tahta döşenmişse, hiç istisnasız her yer burcu burcu sakız kokardı tabii ve insan evin içinde geziniyorum diye, sabahtan akşama dek sakız kokusu gibi görünen derin bir ormanın uğultuları arasında gezinirdi. Zaman zaman elindeki işten başını kaldırıp birazcık dikkat etse, bu uğultuların içinde bol güneşli yamaçların yeşilliğini bile görebilirdi hatta; yamaçları tırmanıp giden ıslık inceliğindeki patikaları, bu patikalara inmiş bulutları, sağda solda çınlayan börtü böcek seslerini ve bu seslerin gerisinde nemli bir uzaklık hâlinde duran çalılıklarla çalılıkların dibindeki sessizlikleri bile görebilirdi. Rüzgârın kabuklarda yırtılışını bile, sonra… Çakılları, taşları ve ıssızlıklarıyla birlikte derelerin rüzgâra kapılıp tepetaklak savruluşunu bile. Ya da ne bileyim, yer değiştiren gölgelerin gürültüsünü, kayalıklarda kayalık gibi parlayan güneşin sıcaklığını ve kıyıda köşede kalmış küçük bitkilerin fısıltılarını bile…

Doğrusu, kendi evimizdeyken ben çoğu kez görürdüm bunları. Özellikle babamın odasına kapanıp annemin de ortalıkta bir süre şaşkın şaşkın gezindikten sonra bir köşeye oturduğu, televizyonu açtığı ve tıpkı pörtlek gözlü bir heykel gibi ekranın karşısında öylece kalakaldığı saatlerde görürdüm. Televizyonun sesine rağmen bu saatlerde evin her yerini acayip bir sessizlik ele geçirirdi çünkü ve ben bu sessizliğin dışına taşan annemin duruşunu satır satır okumaktan, okuduklarımın üzerine babama dair birtakım şeyler yazmaktan ya da işte yazdığım bu şeylerin gerisindeki alacakaranlığın içinde gezinip duran dedemin dağınıklığını seyretmekten bir hayli yorulurdum da, kalkıp yatardım. Sonra elimi yoranın kenarından çıkarıp sessizce tahtaların üstüne koyar, koyunca uçsuz bucaksız bir ormana dokunmuş gibi olur, işte böyle dokunmuş gibi olunca da o ormanın tenimden sızıp yavaş yavaş içime yerleştiğini düşünürdüm. Düşünmekten de öte, hissederdim bunu. Hem de öyle güçlü hissederdim ki, koskoca bir orman, çeşitli ağaçları, irili ufaklı hayvanları, ıssız dereleri, bayırları, otları ve rüzgârlarıyla birlikte içimde yaşarken, bir yer yatağına nasıl sığabildiğime şaşardım.

Dayımın evindeyken aynı şey olmazdı tabii; oradaki odaların hepsi sarı sarı çıtırtılar saçan, güneş yüklü geniş hasırlarla kaplıydı. Kilimlerle halıların kenarından sızmış büyülü bir ışık şeridi gibi, yaşananları kuşatıp içlerinde biriktirmek istercesine, duvar dipleri boyunca evin her yanını dolanır dururdu bu hasırlar. Kokmasına daha kapıdan girer girmez tıpkı bizim evdeki tahtalar gibi bunlar da kokardı ama nedense bu kokuların içinde ben asla nehir boylarındaki sazlıkları göremezdim. Sazlıklarda gezinen, içleri parçalanmış kurbağa sesleriyle dolu geniş rüzgârları da göremezdim sonra; bu rüzgârların gelip geçtiği yerleri, bu yerlerden akıp giden nehrin sessizliğini ve bu sessizliğin iki yanından fışkırıp yeşil bir gürültü hâlinde göğe doğru yükselen çeşitli ağaç kümelerini de göremezdim.

Görsem görsem, lastik çizmeleriyle karanlık suları cumbuldata cumbuldata hasır kokularının içinden çıkıp gelen bir grup adam görürdüm bunların yerine. Kimi zaman birbirleriyle, kimi zaman havada uçuşan vızıltılarla, kimi zaman da kendi gölgeleriyle şakalaşıp duran, yakaları bağırları açılmış, geniş alınlı adamlardı bunlar ve çın çın öten sesleriyle tıpkı parlatılmış gümüşlere benzerlerdi. Öyle ki, gelip benim kirpiklerime dayanan derin bir boşluğun ortasında aniden lastik bir top gibi zıplamaya, çevik hareketlerle gömlek uçlarını uçurta uçurta zikzaklar çizmeye, amuda kalkmaya, perende atmaya ya da kol kola girip halay çekmeye başladıklarında, üstlerinden başlarından havaya, yere ve benim aklımın karanlık köşelerine doğru gümüşî parıltılar saçılırdı sanki. Üstelik insana önce müthiş bir eksiklik duygusu verir, sonra da ortalığa saçılmalarındaki amaç sadece böyle bir duyguyu uyandırmakmış gibi hızla kaybolurdu bu parıltılar. Onlar kaybolunca, geriye bir boşluk, bir benim aklımda kalan az önceki şenliğin harika titreşimleri, bir de hoplayıp zıplamaktan helâk olmuş adamlar kalırdı tabii ve bu adamların terli gövdeleri, belki saatlerce gözlerimin önünde tıpkı kürekten yeni indirilmiş kocaman somunlar gibi duman duman tüterdi.

Sonra birdenbire omuzlarında sazlar, dürülüp bükülmüş hasırlar, boncuklu ipler ve daha adlarını bile bilmediğim uzun yapraklı birtakım bitkiler olurdu bu adamların. Sonra, işte adamlar omuzlarındaki bu yüklerle birlikte bana doğru yürümeye, yürüdükçe de şakalarının dozunu iyiden iyiye artırıp eğile büküle gülmeye başlarlardı. Gülüyoruz diye, omuzlarında sarsılıp duran o uzun yapraklı bitkileri ısırdıkları, birazını koparıp ağızlarına aldıkları ve hiç farkına varmadan çiğnedikleri bile olurdu kimi zaman. Hızla çarpıp birbirlerini yere yıktıkları, geriye doğru kaykılıp sırtüstü düştükleri ya da yan yana yürüyorken ansızın durup gülüşlerinin içinde yollarını yitirmiş gibi öylece kalakaldıkları bile olurdu. Gülüşleri de bir yandan sağa sola dağılmış çamurlu kurbağa seslerine, bir yandan savrulup giden ot hışırtılarına, bir yandan da tıpatıp dayıma benzerdi sanki. Hatta ben, acaba dayım öteki odada katıla katıla gülüyor da yüzü gelip sesiyle birlikte bu adamların gülüşlerine mi karışıyor diye fena hâlde kuşkulanırdım o sırada. Sonra işte ben yattığım yerde böyle kuşkulanırken, bu adamlar gülüşlerini alıp aniden nereye giderlerdi, doğrusu hiç bilemiyorum. Bildiğim şu ki, artık ne sarı sarı çıtırtılar saçıp hayatı içlerinde biriktiren o güneş yüklü hasırlar kaldı yeryüzünde, ne de kamyonetleriyle sokakları dolaşan hasırcılar. Omuzlarında keyifle hasır taşıyan, lastik çizmeleriyle nehir boylarındaki sazlıklarda gezinen ya da bir gölgeliğe oturup sabahtan akşama dek sabırla hasır ören birkaç kişi varsa bile, ben de onların nerede yaşadığını bilmiyorum.

Zaten, şimdiki odaların tabanı beton. En azından, benim odamınki öyle. Üstüne de laf olsun diye şöyle, duvardan duvara, kâğıt gibi, ruhsuz bir halı sermişler. Beton, halıdan süzülüp yer yatağına, yer yatağından fışkırıp sırtıma yapışıyor bu yüzden ve gece boyunca beni kıtlıktan çıkmış bir sülük gibi horul horul emiyor. Ben de hemen her sabah, içine karlı dağlar çökmüş, içine kara kışlar dolmuş, içine ayazlar, tipiler ve boranlar üşüşmüş kaskatı bir gövde hâlinde buluyorum kendimi. Böyle anlarda yaşıyorsa sadece dişlerim yaşıyor sanki; onlar da odanın alacakaranlığını öğütürcesine, irademin dışında bir yerde takırdayıp duruyorlar.

Yine de ben, yıkıntılar arasında titreyen küçücük çocukları, kaldırımlarda yatıp kalkan garibanları, çıplak ayaklarla varıp park köşelerine sığınan kimsesizleri, karda kışta cepheye sürülen gencecik yürekleri ya da ölüm korkusuyla yollara düşüp kederli kafileler hâlinde gecelerin içinden geçip giden elleri, yüzleri ve bakışları morarmış insanları düşündükçe, bana bu yer yatağını verenlere minnet duyuyorum. Sadece minnet duymuyor, içten içe, biraz da acıyorum aslında. Zenginlik dediğimiz şeyin bir evden, bir otomobilden, bir banka cüzdanından ya da üç beş tahta parçasıyla birkaç metal yığınından ibaret sandıkları için değil, bana bu yatağı vermekle hem vicdanlarını rahatlatmak hem de kendilerinde alıkoydukları eşyaları kendi gözlerinde bile meşrulaştırmak zorunda kaldıkları için acıyorum. Kimi zaman, durup dururken sırf böyle bir zahmete soktum diye gidip bütün içtenliğimle onlardan özür dileyesim geliyor ama doğrusu onca yolu yürümeyi göze alamıyorum. Onlar dediğim bu insanlar, artık çok uzaktalar çünkü; en az binlerce yıl kadar, binlerce ömür kadar, binlerce aşk kadar uzaktalar. Öyle ki, yüzleri şöyle dursun, hepi topu iki heceden oluşan adlarını hatırlamak bile bazen bana bir dağı alıp kilometrelerce öteye taşımak kadar zor geliyor.

Yine de, hadi itiraf edeyim, kimi zaman gidip hayalimde ezile büzüle özür dilediğim oluyor bu insanlardan. Sözlerime inanmayıp dudak bükebilirler diye, her seferinde minnettarlığımın görsel bir ifadesi olarak yer yatağını da sırtlanıp gidiyorum üstelik. Gerçi onu katlamak, ip kelimesine benzeyen bir iple sıkıca bağlamak, sonra da tutup ucundan duvar köşelerine çarpa çarpa kapının önüne kadar sürüklemek bir hayli yorucu oluyor ama ben buna pek aldırmıyorum. Oraya vardığımda imdadıma yetişen çocuklar sayesinde her şey bir anda kolaylaşıveriyor çünkü. Doğrusunu istersen, bu çocuklar benim yola çıkacağımı nasıl seziyor, oraya ne zaman toplanıyor, toplanınca da kocaman gözleriyle toprak yığınlarının gerisindeki kıyametin içinden koşup yanıma ne çabuk geliyorlar hiç bilemiyorum. Bildiğim şu ki, her türlü çocuk oluyor bunların içinde. Arsızından utangacına, haylazından uslusuna, sümsüğünden cinine ya da hımbılından afacanına kadar her türlü çocuk. Hatta birer yetişkin edasına bürünüp hem başkalarına, hem de kendilerine poz verenler bile oluyor ama bunların yetişkinliği ya koşacakları, ya gülecekleri ya da dönüp birisine herhangi bir şey söyleyecekleri sırada tıpkı hayal edilmiş bir renk gibi aniden kayboluveriyor. Çocuklar da ben yatağın başında soluk soluğa dikilirken oralarda koşmadan, itişe kakışa gülüşmeden, birbirlerine dalaşmadan duramıyorlar zaten. İçinden geçip geldikleri kıyamet, o sırada onlara kendini gizlice taklit ettiriyor sanki. Birbirleriyle didişirken, zaman zaman sesleri toprak yığınlarının ötesinden gelen korkunç ulumalara benziyor bu yüzden, elleri acıma duygusunun uzağına düşmüş kocaman pençelere, bacakları da can havliyle koşup koşup ölümün eşiğinden geri dönen ne idiği belirsiz yaratıkların bacaklarına benziyor. Öyle ki, kanlı çırpınışlar görüyorum ben onların gözlerine bakarken. Dahası, bu çırpınışlar kimi zaman çocukların yüzlerine doğru kıpkırmızı genişleyiveriyor da ansızın ürperiyorum.

Her neyse, işte ben daha ağzımı açıp bir şey demeden bu çocuklar yatağı alıp büyük bir şamatayla sırtıma koyuyorlar sonra. Koyarken de, ışıl ışıl parlayan o kocaman gözleri, hafifçe aralanmış sulu ağızları ve küçücük çeneleriyle yüzüme olacakları bilirmiş gibi öyle bir bakıyorlar ki, ben bir an ne yapacağımı şaşırıyorum. Hani, elim ayağıma dolanıyor da, gövde şeklinde görünen karmakarışık bir yumak oluyorum sanki. Sonra, herhâlde şaşkınlığımı gizlemek için, hiç gereği yokken tutup tek tek adlarını soruyorum çocuklara. Gelgelelim, yumurcaklar sormak istediğim asıl soruyu dile getirmekten çekindiğimi anlamışçasına hep birlikte kıkır kıkır gülüşüyorlar. Adlarını madlarını da söylemiyorlar tabii. Dahası, ben yatağın ağırlığı altında nasıl iki büklüm duruyorsam onlar da tıpatıp öyle duruyorlar da, gözlerini dikip dosdoğru benim içimdeki soruya bakıyorlar. Gözlerinin yanı sıra kalplerinin sesiyle de bakıyorlar sanki. Kalplerinin sesini bırakıp ellerinin duruşuyla da bakıyorlar. Bana sessizlik gibi gözüken o küçücük gövdelerinin uğultusuyla da bakıyorlar sonra. Ben de ister istemez, hayatın gözü çocuklarda, diye geçiriyorum işte o zaman içimden ve adımlarımı sıklaştırıp hemen oradan uzaklaşıyorum.

Uzaklaşınca, sırtımdaki yatak tarafından bir güzergâh çizilmiş de sanki onu izliyormuşum gibi, nedense yolum güneşin altında kavrulan uçsuz bucaksız pamuk tarlalarına düşüyor önce ve ben üst üste yığılmış çuvalların, çatlayan koza çıtırtılarının, sarsıla sarsıla ilerleyen traktör seslerinin ve eğilip doğrulan kadınlarla çırpı bacaklı küçücük çocukların arasından geçip yorgun adımlarla ufuk çizgisine doğru günlerce yürüyorum. Yürümesine işte böyle içimdeki minnet duygusuyla birlikte iki büklüm yürüyorum ya, o sırada dönüp ne kadınlar bakıyor bana, ne çocuklar, ne de kantarların başında çetele tutan tombul yanaklı adamlar. Ben bakmalarını istiyorum hâlbuki. İstemekten de öte, yanıp tutuşuyorum içlerinden birisiyle göz göze gelebilmek için. Hatta belki dikkatlerini çekerim de dönüp hep birlikte bana bakarlar diye, tıpkı yaramaz çocuklar gibi koşup bazı çuvallara çarptığım, römorklara asıldığım, su testilerini devirdiğim, kantarların topuzuyla oynadığım ya da varıp kadınların etek uçlarını çekiştirdiğim bile oluyor ama ne yazık ki sonuçta hiçbir şey değişmiyor. Benim hayalimde yaşayan bu insanlar beni hiç fark etmiyorlar açıkçası. Başka bir ifadeyle, hızlı hızlı pamuk toplayan parmaklarının ucunda oluyorlar o sırada; zihinlerinden geçen fikirlerin içinde, birbirlerinin aklında ya da o güne dek yapabildikleriyle yapamadıklarının arasında kalan, alabildiğine ıssız ve belirsiz bir yerde oluyorlar. Biraz da, çetele tutan adamları kantarların başına gönderen adamların geleceklerinde oluyorlar belki. Biraz da, bir türlü düzene girmeyen geçmişlerinin içinde oluyorlar. Biraz da, kendi geçmişleri gibi görünen çocuklarının solgun hatıralarında sonra. Biraz da kocalarının heveslerinde. Kim bilir, bütün bunlarla birlikte belki benim kurduğum hayalin gerçekliğinde yer aldığı hâlde benim hissedemediğim bambaşka bir noktada da oluyorlar. Ben de onları o noktada bırakıp köylere doğru yürüyorum sonra, köyleri bırakıp kasabalara, kasabaları bırakıp bulanık bir gürültü bulutu gibi ufukta beliriveren, dört yanı çöp dağlarıyla çevrilmiş karanlık şehirlere doğru yürüyorum.

Hayal bile olsa işte böyle yıllarca sürüyor bu yürüyüş. Öyle ki, benim kozada gördüğüm pamuk, sarsıla sarsıla ilerleyen o traktörlerin römorklarına yüklenmiş de şehirdeki kumaş fabrikalarına çoktan teslim edilmiş oluyor belki bu arada. Sonra gece gündüz çalışan o fabrikalar, benden önce şehre ulaşan pamuğu işleyip çoktan kumaşa dönüştürmüş oluyor. Hatta bu kumaşlar piyasaya sürülüp sessiz sedasız birçok mağazada satışa sunulmuş, naftalin kokulu tezgâhtarlardan top top alınmış, makine tıkırtılarıyla dolup taşan konfeksiyon atölyelerinde kesilip biçilmiş, sonra bir perde, bir masa örtüsü, bir çarşaf, bir kanepe yüzü ya da bir yığın giysi hâline getirilip yıllarca kullanılmış ve artık kullanıla kullanıla adamakıllı eskimiş bile oluyor da, işte ben onların yerini yenileri alırken sırtımdaki yatakla birlikte şehre ancak varabiliyorum.

İş şehre varmakla bitmiyor tabii. Sırtında yatak cadde cadde gezmek, yahu bu şehrin çehresi ne çabuk değişmiş demek, bir kâbus gibi yükselen binalara hayretle bakmak, birilerine yaklaşıp eskiden yaşadığın mahallenin ne tarafa düştüğünü sormak ya da varıp zihninde soğuk görüntülerini, seslerini ve sessizliklerini taşıdığın o sokakları bulmakla da bitmiyor. Meşakkatli bir yolculuğun sonunda tam da hedeflediğin noktaya varmışken, işte ben geleceğim yere geldim diyemiyorsun bir bakıma. Ya da demeye kalksan bile, tam da ağzını açacakken ölçülebilen uzaklığın ne kadar gülünç bir şey olduğunu düşünüyorsun da, öylece kalakalıyorsun. Her seferinde, hâlâ yolculuğun başındaymışım gibi ben de kalakalıyorum tabii. Sonra gönlümdeki dağların karanlığını aşıp eski mahallemin sokaklarında günlerce yürüyor, bir gün acaba rezalet çıkartırlar mı korkusuyla bakımlı bir bahçeye giriyor, derken güllerin, sarmaşıkların ve kadife çiçeklerinin arasından geçiyorum diye birbirine eklenen içimdeki buruk denizlerin genişliğini geçiyor, merdiven basamaklarını iki büklüm tırmanıyor, ardından da titreyen bacaklarımla varıp özür dileyeceğim insanların karşısına sessizce dikiliyorum.

Yıllar sonra benim minnet duygusuna dönüşmüş çelimsiz bir gövde hâlinde varıp kapılarını çalmam onları öteki insanlara doğru biraz daha yaklaştırıyor olmalı ki, komşularının işitebileceği bir sesle, hoş geldin diye bağırıyorlar birden. Sonra içtenlik kazandırmaya çalıştıkça resmileşen tuhaf bir nezaketle, hayallerindeki komşularının meraklı bakışları altında beni yumuşak bir koltuğa oturtup önümdeki sehpanın üstünü içleri meyve dolu rengârenk tabaklarla donatıyorlar. Ben onları onlar yapan eşi benzeri bulunmaz bir şeymişim de yeteri kadar özen gösterilmezse hemencecik buharlaşıp yok olurmuşum gibi, getirip sırtıma kırmızı bir yastık koyuyorlar hatta. Koşup ayaklarıma, ayaklarımın bile düşleyemeyeceği güzellikte, şöyle en kalitelisinden, süslü püslü bir çift terlik veriyorlar. Bir yandan da, artık nasıl fırsat buluyorlarsa, koltuğun dibine bıraktığım yatağa bakıyorlar bunları yaparken. Hem de, bunu niye yüklenip geldin Allah aşkına, biz onu sana verdik dercesine öyle bir bakıyorlar ki, sadece bu bakış şekliyle bile bana o anda neredeyse bir yatak daha vermiş gibi oluyorlar. İster istemez ben de o sırada yatağı sırtlanıp gittiğim için pişmanlık duyuyorum tabii.

Sonra, pişmanlık duygusu minnettarlığımı gölgelemesin diye alelacele konuya girip belli bir amacın şeklini alan tatsız tuzsuz kelimelerle, ikide bir boşlukta ellerimi de açıp kapatarak defalarca özür diliyorum onlardan. Bunu yaparken, anlaşılıp anlaşılmayacağına bakmaksızın, onlara verdiğim zahmetin büyüklüğünü sonradan nasıl fark ettiğimi anlatıyorum hiç kuşkusuz. Sonra aklımın yetip dilimin döndüğü kadarıyla, yine anlaşılıp anlaşılmayacağına bakmaksızın, onların zahmete girmesine kesinlikle benim davranışlarımın değil, sadece yeryüzünde bulunuşumun neden olduğunu da anlatıyorum. Hatta çenemi tutamayıp birdenbire bir yatağın ne anlama gelebileceğine, hangi işlevleri yüklenebileceğine ya da insan zihninde ne gibi çağrışımlar yaratabileceğine dair uzunca bir nutuk çekiyorum o sırada. Her yanı bulanık kavramlar, abartılmış fikirler, karanlık boşluklar ve gülünç çelişkilerle dolup taşan bu nutkun sonunda da, çocukluğu yer yatağında geçen benim gibi birine yıllar sonra böyle bir yatak vermenin ne muhteşem bir şey olduğunu belirterek, haddizatında siz bana çocukluğumu geri vermiş bile sayılırsınız, diyorum. İşte bunu der demez de, sanki konuştukça ellerimin arasından kayıp giden hayatı yeniden ele geçiriyormuşum gibi, çocukluk kavramının üzerine atılıp bir yığın laf etmekten kendimi alamıyorum bir türlü. Oturduğum koltuğa biraz daha gömülüp karşımdakilerin yüzüne tek tek bakarak, konuyla ne ilgisi varsa, insan ancak çocukken ciddi olabilir, diyorum sözgelimi ve bu iddiamı tutup o anda dilimin ucuna geliveren saçma sapan birkaç örnekle kanıtlamaya çalışıyorum. Sonra, ciddi olmak hep yetişkinlere özgü zannedilir ama haddizatında onlarınki kurgulanmış bir ciddiyettir, diyorum. Sonra minnettarlığımı iyice ifade edeyim de kafalarında en ufak bir kuşku bile kalmasın diye, yine dönüp yer yatağına, yer yatağında geçen çocukluk yıllarıma, o yıllarda yaşadığım bazı korkunç olaylara, bütün bunların bende bıraktığı izlere ve vicdan dediğimiz şu çok telli zımbırtıyı susturmanın ne güç bir iş olduğuna dair daha başka şeyler de söylemek istiyorum ama hiçbirini söyleyemiyorum bunların. Karşımdakiler o sırada evin içindeki eşyaların duruşundan beslenen tombul bir el hareketiyle sözümü kesip dik dik bana bakıyorlar ve buz gibi bir sesle, sen hiç değişmemişsin, diyorlar çünkü. Üstelik, benim gelip bir gün böyle zırvalayacağımı biliyorlarmış da yıllardır üzerinde çalışıyorlarmış gibi, neredeyse aynı ses tonuyla aynı anda söylüyorlar bunu. Ardından da parmaklarını uzatıp yine aynı anda koltuğun dibindeki yatağı göstererek, o senin, diye ekliyorlar. Ben de bütün bu olup bitenler karşısında, bir kez daha kapı dışarı edilmişçesine apar topar kalkıyorum tabii, bana kim bilir kaçıncı kez verilen yatağı sırtlanıp yine aynı yollardan çarçabuk buraya dönüyorum. Buruşuk pantolonların, kirli gömleklerin, bulaşık kapların ve böceklerin arasına.

Gerçi bu sabah gidip hayalimde özür dilemedim onlardan. İlk kez, böyle bir şey aklımın ucundan bile geçmedi. Şimdi sen, öyleyse bütün bunları neden yazdın diyeceksin belki. Doğrusu, neden yazdığımı ben de bilmiyorum. Demek, yorganı omuzlarıma doğru çekip, bu yatak beni öldürecek dedikten sonra yazının içinde uyuyakalmışım.

Hasan Ali Toptaş

https://oggito.com/hasan-ali-toptas-%E2%80%A2-yatak-03201727130