Şükrü Abi’nin adını ilk kez Yarın Dergisi’nde görmüştüm. Kendisini 1985’te Denizli’den Ankara’ya taşındığımda gördüm; Sanat Kurumu’nda yaptığı söyleşide dinleyiciler arasındaydım, 1987’de Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü verilirken o salondaydım ve Şükrü Abi’yi kimi vakit yazarların, şairlerin ve ressamların uğrak yeri olan Konur Sokak’taki Kardelen’de uzaktan uzağa görüyordum. Tanışmamız 1994’te, benim Ankara’ya gelişimden on yıl sonra oldu. Bu işi on yıl neden geciktirdi bilemiyorum ama hayatın bana ettiği birkaç iyilikten biriydi Şükrü Abi’yle tanışmak. Yirmi yıldır süren, abimin ifadesiyle ‘güven duygusunun bütün anlamlarıyla menevişli’ güzel bir dostluğumuz var.
Bu nedenle, güç olacağını bile bile, Şükrü Abi’nin şiirinden önce biraz kendisinden söz etmek istiyorum. Kalbi dışarıda gezen, bir zamane dervişidir Şükrü Abi; “kertenkelenin telaşı önünde” saygıyla eğilen bir zarafettir; şavkı şiire ve hayata vuran bir iyiliktir; ağzında “Karac’oğlan ıssızlığıyla” plastik zamanlara şiirler söyleyen bir yalağuzdur ve göğüs kafesindeki akla inanan bu yalağuz sadece insanın değil, çakıl taşlarının, nar ağaçlarının, sabahın ayakucunda gezinen salyangozların, mine çiçeklerinin, limonların, kısacası dağın taşın, börtü böceğin ve kurdun kuşun da vicdanıdır. Her dert onun derdidir yeryüzünde. Öyle ki, herhangi bir yerde otururken yan masada bir dertten söz edilse, kalkar elinden gelen ne varsa ona çare bulmaya çalışır. Bir olur, kan ter içinde, boynuna astığı dövizle miting alanındadır; bir olur, Yüksel Caddesi’nde yahut başka bir yerde polis kordonu altında basın açıklaması yapıyordur; bir de olur, ölüm orucundaki hükümlü ailelerinden birkaçını yanına almış, bir çözüm bulabilmek için Ankara’daki bazı kapıları çalıyordur çaresizlik içinde. Canı tezdir Şükrü Abi’nin, vardığı yerde hemen sıkılır, kalkıp başka bir yere gider ve orada da sıkılır; Baudelaire’in söylediği “Nerede değilsem orada iyi olacakmışım gibi geliyor” cümlesinin ete kemiğe bürünmüş halidir adeta. Bir gece bir eve konuk olsa, sabahın köründe kalkar, görünecek bir yere teşekkür notu bırakır ve herkes uyurken, sessiz adımlarla çıkar gider. Kuşları, çiçekleri ve sokakları uyandırmaya gider belki. Ya da, gökyüzünü maviye boyamaya gider. Olup bitenler karşısında kimi vakit öfkelenir, kimi vakit hayıflanır ve bu öfkeyle hayıflanma şiirlerine de yansır: “Canı cehenneme başkasının yangınıyla / Evini ısıtıp yemeğini pişirenin” der mesela. Ya da gitgide büyüyen vurdumduymazlık karşısında; “Aynı dilde mi kederlendik sahi / Aynı yüzyıl mıydı şu yaşadığımız” diye sorar.
Kalabalıktan sıkılıp kendine döner bazen, gider, “biraz daha yalnızlık çalışır”. Ne var ki kendinden de sıkılır sonra, yeniden kalabalığa döner ve dur durak bilmeden, yıllardır, geceler boyu otobüs yolculukları ederek, il, ilçe, kasaba demeden Anadolu’nun en ücra yerlerine şiir götürür. Gittiği yerde iyi bir otelde mi, bir kurumun misafirhanesinde mi yoksa öğrenci evinde mi kaldığının önemi yoktur onun için, önemli olan şu “aynalar pazarında” birkaç saatlik sahiciliktir, dünyanın hoyratlığı arasından sıyrılıp şiirin etrafında toplanan birkaç yalansız yüzdür. Öğrenci evlerinde, yere bağdaş kurup gazete üstünde kahvaltı ettiği çok olmuştur. Onca yıl, onca otobüs yolculuğuna yetecek enerjiyi nereden bulduğunu doğrusu ben anlayabilmiş değilim. Sorduğumda her defasında gülümseyerek şu cevabı verir; “Onu boşver de Hasanım Ali, siz benim mezarımı otobüs koltuğu şeklinde yaptırın, çok rahat ederim.”
Şükrü Abi’nin türkülerle, sözlü kültürümüzün derin gülleriyle olan ilişkisi herkesin malûmudur; bir tevazu anıtı olan Neşet Ertaş’ı kaybettiğimizde, günlerce baş sağlığı telefonları almıştır. Türküler, masallar ve halk hikâyeleri çağdaş edebiyata açılan kapılardır Şükrü Abi için. Mazlumu anlamayı ve sevmeyi, şiirin çapağını ayıklamayı, ritm duygusunu, sesin önemini, imge kurmadaki cesareti, tevazuyu, derdini ortaya koymadaki hesapsızlığı, duygunun simyasını, şu yeryüzünde küçük hayatlar olmadığını, kendi olabilme erdemini, sözün kusursuzluğunu, acıyı iyiliğe dönüştüren dünya sevgisini ve halkın bilinçaltını türkülerden öğrendiğini söyler. Kendisine bunca şeyi öğreten türküleri, başka bir deyişle ayaklarını bastığı ve soluğunu bilediği yeri zarifçe selamlar bazen. Sözgelimi, “Elif elif ağlardı Zeki Müren dinlerken / Neden bir kar yağışıdır anneannem aklımda” dizelerinin gözenekleri arasından bize bir Karac’oğlan silueti bakar. Ya da, “Bunca göçün yolu dolanı dolanı / Gelir göçürenin evinde biter” dizeleriyle, “Pınarın başı değil / Evlerinin önü değil / Bağçe bağ hiç değil / Tam bir umutsuzluk / Bu koyu kalabalık” dizelerinin sesi birçok türkünün nakışları arasından yükseliyor gibidir.
Şükrü Abi’nin şiirini tek kelimeyle tanımlayacak olsaydım, her şeyden önce vicdan şiiri derdim. Yaklaşık on üç, on dört yıldır onun yazdığı şiirleri yayımlanmadan önce sıcağı sıcağına ilk okuyanlardan biriyim; ayıptır söylemesi, böyle bir ayrıcalığım var. Şükrü Abi bir şiiri bitirmişse, gönderir hemen. Sevinçle okur, cevap yazarım ama ben ne dersem diyeyim, onun cevabı şöyle olur; “Biraz dursun bakalım ciğerim, dursun”. Anlarım ki, kafasına takılan bir yer var. Şiir biraz durur. Biraz kaç gün sürerse o kadar durur. Bana öyle gelir ki, bu süre boyunca Şükrü Abi o şiiri başkalarına da gösterir; götürür hayalinde Firdevsi’ye, Sadi’ye gösterir mesela; götürür Behçet Necatigil’e, Paris’e doğru uzanıp Cioran’a, oradan gidip Cervantes’e, gelip Toros yaylarında gezen Karac’oğlana, penceresinin önünden hızla geçip Cahit Külebi’ye ve benim bilmediğim birçok kişiye ve iklime de gösterir. Sonra şiir, şu dize değişti ciğerim, şu şekilde oldu notuyla bana yeniden gelir. Hatta birkaç kez gelir gider böyle.
Şimdi, bu şiirlerden biri hakkında birkaç cümle kurmak istiyorum. Tabii, şair burada şunu anlatmak istemiş şeklinde olmayacak bu; naçizane, söz konusu şiirin nasıl inşa edildiğine dair birkaç noktaya değinmek istiyorum sadece. Önce şiiri hatırlayalım:
KOCAMAN BİR ÇOCUĞU ÖPÜYORSUN
Sen bende neleri öpüyorsun bir bilsen
Herkesin perde perde çekildiği bir akşam
Siyah bir su gibi yollara akan yalnızlığı öpüyorsun.
Ağzında eriklerin aceleci tadı
Elleri bulut, gözleri ot bürümüş ekin tarlası
Bir çocuğun düşlerine inen tokadı öpüyorsun.
Yağmur her zaman gökkuşağını getirmiyor
Aralık kapılarda bekleyişin çarpıntısı
Bir kadının eksildikçe ömrüme eklenen
Uzun gecelerini, solgun gövdesini öpüyorsun.
Uzak dağ köylerine vuran ay ışığı
Kerpiçlerden saraylar kuruyor yoksulluğa
Ne suların ibrişimi ne gökyüzü ne rüzgâr
Sen bende gittikçe kararan bir halkı öpüyorsun.
Sakarya Caddesi’nde sarhoşlar
Rakıyla buğulanmış kaldırımlarına gecenin
Yüksek sesle bir şeyler çiziyorlar.
Yalnızlık her koşulda bir sığınak bulur, diyorum
Uzanıp dudağımdaki titremeyi öpüyorsun.
Örseler acıyla düştüğü yeri
Susarak büyüyen adamların sevgisi.
Ağzında pas tadıyla bir inceliği söylemek
Bir gülünç içtenliktir, gecikmiş ve ezik
Sen bende yanlış bir ömrün tortusunu öpüyorsun.
İnsanın zamana karşı biricik şansıdır aşk
Onca kapı onca duvar içinde bulur aynasını.
Sen bende neleri öpüyorsun biliyor musun
Herkesin simsiyah kesildiği bir akşam
Yıldızlarla yedirenk gökyüzünü öpüyorsun.
Sen bende, gözlerinin anne ışığıyla
Bir solgunluktan doğan kocaman bir çocuğu öpüyorsun.
Şiirin adından, “Kocaman Bir Çocuğu Öpüyorsun”dan başlayalım; bu, alabildiğine açık ve net bir ad; üstünde yahut yanında yöresinde herhangi bir sis yok. Söz kendini kendinde tamamlıyor. Şükrü Erbaş’ın temel kelimelerinden ikisinin eşik ve kirpik olduğunu biliyoruz. Eşik evlerin kirpiği, kirpik insanların eşiği elbette ve Şükrü Erbaş tam da orada olmayı tercih ediyor. Eşik (yahut kirpik) tamamlanmamışlıktır çünkü; hem içerisi hem dışarısıdır. Üç Nokta Beş Harf’te yer alan söyleşisinde kendisi de söyler zaten, “Ben kesinleşmiş, tamamlanmış, bitmiş şeylerden hemen boğulurum,” der ve ekler; “Eşikler benim özgürlüğüm. Tek seçenekli bir yaşam içinde kendime sunduğum binlerce seçenek.” Bunların yanı sıra, Üç Nokta Beş Harf’te “Size kim, neyi, nasıl…” dizesini yazan ve “dumana batmış sözleri severim” diyen şair hiç kuşkusuz Novalis’in dediği gibi, kıymetli olanın kısmi ifade olduğunu da biliyor. O halde, bu şiire neden böyle bu kadar kesin, bu kadar tamamlanmış bir ad koydu? Bunun bir sebebi var elbette, bu konuya biraz sonra yeniden döneceğim.
Şiirin ilk dizesi “Sen bende neleri öpüyorsun bir bilsen”, sen sesinin parantezine alınmış bir alt başlık gibidir aslında; şiirin tamamına baktığımızda bu dize bir başlık olarak da okunabilir. Şiir bu dizenin şümulündedir çünkü. İkinci dizedeki “perde perde”nin üzerinde biraz durmak istiyorum. “Herkesin perde perde çekildiği bir akşam” derken, şair, perde perde yerine uzak uzak, adım adım, yavaş yavaş yahut fersah fersah da diyebilirdi hiç kuşkusuz. İkileme sayesinde, insanların çekildiği mesafeyi hepsinde de ikiye katlamış olurdu ama bence bunların hiçbiri ‘perde perde”nin etkisini yaratamazdı. “Perde perde” sadece insanların çekildiği mesafeyi iki katına çıkarmakla kalmıyor çünkü; ‘perde perde’nin ses boyunu belirtmek için de kullanıldığını düşünürsek, aynı zamanda bize insanların sadece bedenlerini değil, seslerini de belli bir mesafeye çektiğini söylüyor. Hatta, perde kelimesini pencere örtüsü olarak düşündüğümüzde, belli bir mesafeye çekilmekle kalmayıp bu insanların pencerelerini de örttüklerini söylüyor. Bana göre, daha şık ve daha çarpıcı bir işlevi daha var bu ikinci dizedeki “perde perde”nin; o da ilk dizedeki “öpmek” kelimesinin en önemli harfi olan p’yi kalınlaştırmak. Başka bir ifadeyle, öpmek’teki p’yi zihnimizde iki defa yeniden yankılandırmak. Bu yankı önemli; çünkü kullandığımız alfabede b, m ve p harflerini (başka bir ifadeyle dudak ünsüzlerini) telaffuz ederken ağzımız neredeyse öperkenki hareketin aynısını yapar. Bilhassa p’yi önüne gelen ö ile birlikte okuduğumuzda belirgin bir şekilde yaparız bu hareketi. Dolayısıyla öpmek kelimesinin telaffuzunda öpme hareketinin kendisi de vardır ve biz “perde perde”yi okurken hem iki defa öpme hareketi yapmış hem de ilk dizedeki p’yi hafızamıza -farkında olmasak bile- yeniden kazımış oluruz. Dediğim gibi “perde perde”nin yerine uzak uzak, adım adım, yavaş yavaş yahut fersah fersah ikilemeleri kullanılmış olsaydı, bunların hiçbiri söz konusu işlevi yerine getiremezdi.
İkinci dizeden anlıyoruz ki, şiir başladığında vakit akşamdır. Şiirdeki akşam, öpülme ânıdır aynı zamanda. Zamanın seyrini takip edecek olursak, uzak dağ köylerine vuran ay ışığıyla birlikte “uzun geceler”den geçeriz daha sonra. Vakit ilerlemiştir artık, gece yarısıdır ve “Sakarya Caddesi’nde sarhoşlar / Rakıyla buğulanmış kaldırımlarına gecenin / Yüksek sesle bir şeyler çiziyorlar”dır. Şiirin sonunda, “Sen bende neleri öpüyorsun biliyor musun / Herkesin simsiyah kesildiği bir akşam” dizeleriyle yeniden akşama döneriz. Başka bir ifadeyle, şiirin başındaki ilk öpülme ânına. Böylece, dairevi bir güzergâh çizmiş oluruz. Bu dairevi yapı, biliyoruz ki üzerinde yaşadığımız gezegenin yapısıdır, onun hareketidir yahut maddenin özünde olup bitenlerin şeklidir ve her daire bir sonsuzluktur. Öpülme (yahut öpme) ânı da sonsuzluğun hissedildiği ândır bana göre. Salt fiziken bile düşünsek, bir başka insana (dolayısıyla da insanlığa) temas ettiğimiz, eklendiğimiz yahut ulandığımız bir ândır. (Bu yazıyı yazarken öpmek kelimesiyle ölmek kelimesinin benzerliğini, daha doğrusu aralarında sadece bir harf farkı olduğunu da düşünmedim değil.)
Şiir, “Bir solgunluktan doğan kocaman bir çocuğu öpüyorsun” dizesiyle sona erer; dolayısıyla, yine başlangıca, şiirin adına dönmüş oluruz. Şiire “Kocaman Bir Çocuğu Öpüyorsun” adı bu döngüyü tamamlamak için verilmiştir aslında. Son dize, “Kocaman bir çocuğu öpüyorsun” şeklinde değildir gerçi; başına, “Bir solgunluktan doğan” ifadesi eklenmiştir. Çünkü “Kocaman bir çocuğu öpüyorsun”un önüne gelen bu kelimeler içe doğru bükülerek daireyi içteki daireye lehimler. “İnsanın zamana karşı biricik şansıdır aşk / Onca kapı onca duvar içinde bulur aynasını” dizelerindeki ayna, bir yanıyla aşk muhatabını, Leyla ise Mecnun’unu, Mecnun ise Leyla’sını bulur ve aşk aynaya vuran her şey gibi bir yanılsamadır, kendi rüzgârıyla kendini büyütür derken bir yanıyla da şiirin dairevi yapısını işaret eder kanımca. Çünkü İslam Ansiklopedisi’nin ayn maddesinde “ İlk şeklinin şimal Sami kitabelerinde küçük bir daire (bizdeki o) olması, harfe ayn (göz) isminin verilmesine sebep olmuştur,” denir. Dolayısıyla ayn, göz, ayna… her daim bir döngüselliği işaret eder.
Peki, bu şiirde içeriyi de dışarıyı da güzel gösteren o efsunlu çizgi, başka bir ifadeyle eşik (yahut kirpik) yok mu? Kelime olarak yok ama kelimeler halinde var; “Aralık kapılarda bekleyişin çarpıntısı” dizesinde, bekleyişin çarpıntısının yükseldiği yahut kanat kanat döküldüğü yer eşiktir elbette.
[…] https://hasanalitoptas.com/tr/koroya-karsi-en-guzel-sarki/ […]