Bir kitabın ruhundan –kendini var edebilir, doğabilirmiş insan. Heba’yı okurken içimde var olmaya ilişkin bir düğüm; bedenimin tüm bilinciyle sezdiğim. Kitabın düşünceyi tetiklediği yerde, yani tam içimde bir yerlerde günlerdir bir güvercin kuğurduyor; sesi her şeyi yankılıyor. O ses, o kadar her şey ki, boğazımdan yukarıya doğru akmaya çalışan bir şelale sanki. İçimde bir güvercin. Ansızın dudaklarımdan çıkıyor sesi. Günlerdir tünediğim sandalyede, bir bakıyorum ki kanatlarım çıkıyor. Omuzlarımı şöyle bir oynatsam savruluveriyor. Çocukluğumdaki ruha misafirliğe gitmiş gibi şımarasım geliyor. Ama olmuyor. Şımarmak bir kalabalık işi. Bir sürü eder miyiz bilmiyorum ki. Bir güvercin oluyorum; sarı, çipil bir güvercin. Dönüp kendime bakıyorum. Günlerdir sandalyenin üstüne tüneyen birini görüyorum, kitap cümlelerinin üzerinde gezdirdiği sivri pençeleri.
Zamanı rüyayla, düşlerle çoğaltan Hasan Ali Toptaş, Heba’da insanın niyeti, eylemi üzerine düşündürüyor –kişinin hem kendinin hem de bir başkasının yargılayıcısı olduğu bilgisini akılda tutarak-. Kitabın ruhunda, ister büyük bir şehirde isterse çepeçevre kuşatılmış sınırlarıyla kendine kapanan bir köyde yaşasın insan, yaşama yön verememesinin sessiz iniltisi hissediliyor. Heba’da kendi hakkında karar veremeyen, istemeyen daha da kötüsü kendi hakkında kararlar alsa da istese de bir türlü başkasının bakışından, yargılamasından kaçamayan insanların öykülerini okuyoruz. Kanımca kitapta, insanın gerek kendisiyle gerekse bir başkasıyla karşılaşmasında kaçınılmaz olarak bir değerin harcanacağı bilgisi üretiliyor; bu bilgi, geçmişten alınıp geleceğe iletiliyor.
Yaşamak, başkalarının niyetleriyle örgü örmektir, diyen Pessoa bu yazıda anılsın istiyorum. Hayatın benim dışımda ve her şey olmasından hareketle, yaşam denilen şeyi, gündüz bir biçim, gece de kendimiz olarak yaşamaya çalışıyorsak şunu söylemek isterim: Niyetle eylemin örtüşmediği aralıkta, iki koca uçurum arasında kaldığımızı. İnsan, karşılaştığı ikilemde soğukkanlı düşünebilirse eğer, bir niyete bir de -bulanık bir dizi çağrışımla- gerçekleştireceği eylemin sonucunu öngörecek, düğümü gevşetecektir biraz. Aksi halde elinde bir balta, düşünmeden, hoyratça yargılayacak ve ardından kısa yoldan çözüme ulaşacaktır. Kanın fışkırdığı yer tam da burasıdır işte. Heba ya da kesip biçmenin karşı konulmaz hafifliği de denilebilir buna. Ve elbette daha birçok şey…
Düşünceyi geliştirmeden önce kısaca Heba’dan söz edilmeli. Şehirden koparak bir tür dua edecekmişçesine doğaya yüzünü dönen, şehirden yorulup huzuru bulma düşüncesiyle Yazıköy’e / Kenan Eli’ne yerleşen Ziya’nın boyu ne kadar uzun olursa olsun toprakla aynı boydadır, merhamete ve anlaşılmaya aç bir yanı vardır, sessizdir. Sanki çıplak güneşli günde bile tuhaf bir gölge vardır üzerinde. Buna daha sonra geri döneceğim. Başlarda Yazıköy’deki sessizlik o kadar çoğuldur ki –acı, derin, ıslak, uzak sessizlikler gibi- sonrasında her bir sessizlik başkalarınca bir bir delinir. Yıllar önce başından büyük bir felaket geçip tek başına kalan Ziya, kendine biçilen fazladan ömürden utanır, sıkılır. Kimsenin gözlerine acısını dökmeden, sabun köpüğü gibi kabarıp sönen kahkahalar ve o kahkahaların kalabalığında acısını ziyan ettiğini düşünür.Yeraltında Notlar’da Dostoyevski, herkesin gideceği bir yeri olmalı; çünkü öyle bir an olur ki, insanın mutlaka bir yere gitmesi gerekir, der. Ziya, kendini etrafındaki insanların iradesine bıraktığını fark ettiğinde bundan bir süre sonra vazgeçecek, zamanı geldiğinde gidecektir. Acıyla baş etmek için çeşitli yollar denese de, en sonunda acısına sahip çıkmanın, acısını içine gömmekten başka çıkar yol bulamamanın sessizliğinde gider. Ziya, sessizce gider.
Yazıköy, şehirden keskin sınırlarla ayrılmış bir yerdir. Köy sınırının homojen bir yaşantının koruyucu çerçevesi olduğu düşünülürse –ki en yakın kasabaya Ovaköy minibüsüyle gidip gelmek bile bir sorundur- dışarısı ve içerisi birbirinden ayrılmıştır. Sınırın ötesinde, orada bir başka yer, belki de şehir vardır, uzaktadır haliyle. Coğrafi konumlanım böyle olunca farklılıklar sınırın her iki yakasında belirginleşir; sınırın içinde zamanla oluşan düşünme biçimleri bir tür alışkanlığa dönüşerek hep yeniden üretilir; içerisi kendi üstüne kapandığı gibi, tüm etkilenimlerden uzak, esnemez de. İnançlar da öyle. İçerde yarar üzerine kurulu bir denge gözetilir. Ziya’yla yarenlik eden Hulki Dede’nin bu direngenliğe eleştirisi oldukça açıktır: Her inancın kıyısında köşesinde bir miktar şüphe olmalıdır ki inanç kendi içinde manevra yapıp varlığını tamamlayabilsin. Buna inatlaşma denemese de alışkanlığın insanı körelten yüzü denilebilir. Köyde süregiden kabullenmelerden belki de hiçbiri kendini ne bir başka köyün ne de uzaktaki şehrin inançlarında sınar. Sınırlar arasındaki keskin farka da buradan bakmak yerinde olacaktır.
Yazıköy, içine aldığını -Cevval Dayı ya da Hulki Dede gibi bir takım nevi şahsına münhasır tuhaf tipleri saymazsak- diyar halkını genel olarak belirli yaşantılarda eşitlemiş, kendi içinde bir denge kurmuştur. Köy halkı, dışarıdan gelene kuşkuyla bakar, sırtını döner. Kuşkulu bakış ve sırt dönme nedense açık bir biçimde değil de gizliden gizliye hissedilir. Ezber bozulsun istenilmez çünkü; ne de olsa misafir ağırlanmalıdır, ona iyi davranılmalıdır, sevaptır, ayıptır, günahtır, sözün özü devamlılığın sağlanması için her şey vardır da vardır.
Kapıdan geçerken eşeğin her defasında anırıyor, onu kasten sen anırtıyorsun diye birbirine küsenler ve sonrasında uzayıp giden kışkırtmalarla birbirini hırpalayanlara bir süre sonra bir canlılık gelir. Niyet aynıdır, kışkırtmak; eylem aynıdır, sataşmak. Can sıkıntısı giderecek herhangi kötü bir şey Yazıköy halkına iyi gelir. Birbirlerine diş bilemelerindeki amacın can sıkıntısından kaynaklandığını söylemek yetersiz kalabilir. Dövüşmeden kimin galip çıkacağına ilişkin bir tür sidik yarıştırma işine girişilir. Olacak olan zevkle izlenir. Galip gelenin dediği yürüdükçe, sözüne söz katan yandaşları çoğaldıkça zafer kazanılmış sanılır. Hatta ciddi bir felaket karşısında bile -örneğin komşu köyde çıkan hamazın neden olduğu yıkım- daha önce başkalarına selam vermeye dâhi üşenen, yani değeri kendinden menkul olanların gözünü parlatır, içlerine bir can ateşi düşürür. Bu kişiler anlatma hastalığına tutulur.
Olan şudur: Asıl felaket, dilde büyür giderek.
Kitapta büyüyen başka bir unsur, Ziya’nın uzaklardaki bir noktada bakışına giren karartıdır. Bu karartıyı fark ettiğinde hiç bir şeye benzetemez Ziya. Şehirdeyken helalleşip vedalaştığı Binnaz Hanım, Ziya’nın üzerinde gölge gibi bir şeyin varlığına dikkat çeker. Sonra Yazıköy’de Ziya’nın bağ evinin karşısındaki tepelerde görülür. O karaltı karanlık bir kuş sürüsüne benzese bile, şu yalan dünyada, o gölgenin bir anlamının olup olmadığı ilkin bilinemez. Karartıyı yüklenip gelen her ne ise sonradan, – bunu burada bırakalım.
Yazıköy halkı Hobbes’un insanını andırır, benzer tepkiler üretir. Hobbes insanı, temelde yararcıdır, sadece eyleme bakar. Sadece kendisi için iyi olanı iyi olarak kabul eder. Kitabın en sevdiğim bölümlerinden biri Numan’ın Nefise’yi istemesidir; hatırlayalım. Numan çocukluğundan bu yana Nefise türküsü çağırır. Nefise diye kalkar, Nefise diye yatar. Sözün özü Numan Nefise’ye yanıktır. Büyür bunlar, serpilip gelişirler ve nihayet evlenme yaşına gelirler. Saçına sakalına hürmet edilen birkaç ihtiyarla birlikte Nefise istenmeye gidilir. Bir gidilir olmaz. Bir daha gidilir olmaz. Yine, sonra, tekrar tekrar gidilirken her gidişte Nefise için edilen vaatler de büyür. Cabbar –Numan’ın abisi-, her defasında Nefise’nin ailesinin kem küm edip işi yokuşa sürdüğünü düşünür. Oysa her şey o kadar ortadadır ki; kabul etmek istemezler. Kız istemiyordur, gönlü yoktur. Ziya Bey’den bu duruma el atması, aracı olması evlilik gibi hayırlı bir işe vesile olması istenir; eğer böyle yaparsa sevap kazanacağı hatırlatılır. Ziya Bey’in tavrı o kadar nettir ki, üzerinde düşünmeyi bile gereksinmez.Gönüldür bu, sevmiyorsa ne hakla ille de seveceksin denilir? Olacak iş midir bu? Bundan sonra olacak kötü şeylerin habercisidir bu kabul etmeyiş; sözü çoğaltmayış, aynı yerden konuşmayış, konuşamayış. Numan, kendi yararına hizmet etmeyen Ziya hakkında konuşmaya başlayacak ve bir süre sonra Numan’dan korkup zarar görmek istemeyenler bir klan oluşturacak ve hep birlikte Ziya’ya aslında hiç olmadığı biri gibi bakacaklardır. Numan’ın kışkırtmasıyla bir araya gelen topluluk,Leviathan’da insan insanın kurdudur, diyen Hobbes’taki insanın işbirliğinin korkuya dayanmasını andırır. Nefise’nin Numan’a gönlü olmayışı kabul edilemez, Nefise’deki iradenin hükmü yoktur. Kendisi için iyi olmayan şeyin altında hep başka bir şey aranır, aranır, rüyasına yatılır; Nefise’ye de Ziya’ya da kara çalınır. Hatta değil kara, tefe konup çalınır.
Yazıköy’den farklı olan şehir, onlarca belki de yüzlerce köyün bir aradalığında, bir sınır düşüncesinin dışında tanımlar kendini. Şehir kendi içinde sınırsızlığını iddia eder. Sınırın içiyle dışı arasındaki ayrımın aşıldığını farz eder. Bir farklılıktan ziyade müşterek olandan, herkesin uyması, takip etmesi gereken birçok zorunluluktan bahsetmeye başlanır. Kimi kuralların genel geçer olduğu iddia edildiğinde aşılması gereken sorun şudur; aynı zamanda acaba zorunlu eylem, tarihsel doğasından da yalıtılmış mıdır? Verilecek yanıtta metafiziğe kaymak olasıdır. Bu düşünceyi biraz daha yalın bir biçimde söylemem gerekirse; bir eylemin herkesçe ve her zaman paylaşıldığı, paylaşılması gerektiği yönündeki iddia, insanı dönüşümün, değişimin dışında, değişmez bir odak olarak tanımlamayı gerektirir. Burada da istenilir yönde bir standartlaşmadan söz edilebilir. Sorun, hem şehirde hem de köyde insanın kendine ait olamayışıdır asıl. Ve Kafka’nın cümleleriyle durum açıklanmak istenirse, en kötüsü, sahip olamadığın şeylere ait olmandır.
Buranın biraz daha üzerinde durulmalı, çünkü şehre kuşkuyla yaklaşılması gereken yer tam da burasıdır. Rousseau’nun insanı toplumsal bir varlıktır. İnsan ontolojik olarak eşit değildir; haklar anlamında eşittir. Hobbes’tan farklı olarak, insan yararcı değil, sonuçsalcıdır. ‘Toplum sözleşmesi’nde Rousseau, bir insanın başka bir insana olan bağımlılığının nasıl ortadan kaldırılabileceğini sorgular. İnsanı özgür, akıllı bir canlı olarak kabul eder, varoluşunu güvence altına alacak koşuları zorlar, onu türdeşlerinden, hemcinslerinin zorbalığından korumanın yollarını arar. Binnaz Hanım’ın şehirdeki geçirdiği yılları hatırlayalım. Sahip olduğu apartmanı, yıllarca didinerek, dişiyle tırnağıyla kazanmıştır. Kimseyle bağı kalmamış, evine kapanmış küçük Binnaz’ı sağaltmaya çalışmaktadır. Evin dış kapısında asılmış plastik çiçekler, masadaki dantel örgüler, hizmetçisi tarafından sigarasının yakıldığı cafcaflı çakmak, mavi çiçek desenli kahve fincanları aslında Binnaz Hanım’ın genişten de geniş hayallerinden arta kalan güzel birkaç nesne olarak düşünülebilir. Ama şehirden hak ettiğini almış, vakur, güçlü bir kadının dışarıdan kendini yalıtarak istediği gibi bir ev kurup korunduğunun da göstergeleridir. Neresinden bakılırsa bakılsın, der Binnaz Hanım, adına apartman deyip geçiverdiğimiz bu demir ve beton yığını benim gençliğimdir aslında; sarhoş masalarında ziyan olup giden sivilceli günlerim, o masaların arasında hayasızca mıncıklanan körpecik gövdem ve nihayet yıllar sonra bol rüzgarlı harap bir evin köşesinde, bıyığa bulanmış ıslak ve pis hırıltılar eşliğinde yerle bir edilen haysiyetimdir.
Bunu düşünelim; çürümenin aynı zamanda bir tür mayalanma olduğu bilgisini akılda tutarak düşünelim.
Bol eşyalı büyük bir daire, on dokuzuncu kat ve doksan bir numara. Hasan Ali Toptaş, kitabın ilk sayfalarında kat sayısı ve daire numarası arasına bir ayna yerleştirmiştir sanki ve elimizde tuttuğumuz kitabı nasıl okumamız gerektiği konusunda bize yol göstermiş gibidir. Bilindiği gibi ayna, önünde olan cismi, var olanı olduğu gibi yansıtır. Aynaya düşen cisim gerçek değil, gerçeğin bir yansımasıdır. Aynanın önünde olanla aynaya yansıyan, düşle gerçek gibi birbirinin ikizidir aslında. Bu ikiliğin izi kitap boyunca ince ince işlenmiştir; Yazıköy ve şehir, Ziya ve Kenan, ölüm ve doğum, son ve başlangıç, çürüme ve mayalanma. İki zıt kutup her zaman birbirlerini olumsuzlamaz; ayrıca, hatta daha da önemlisi, birbirlerinin eksikliklerini de tamamlar.
Heba, iyilerin bıçakla deşildiği kötülerin bıçağın üstüne düştüğü bir kitap. Uzun uzadıya anlatıp kelimeleri yormanın lüzumu yok. Nihayetinde– kitabın içinden bir kuş sürüsünün geçtiğini bilin isterim. Kitabın kapağını açtığınızda o kuş sürüsünün tepenizde bir yerlerde kanat çırpışlarına bakışınızı düşürmek, belki de sebebi her ne olursa olsun harcadığınız, kaçırdığınız yaşam coşkusunu anımsatabilir. Kuşlardan dilediğinizin üstüne bakışınızı düşürün; her biri kendi hikâyesini fısıl fısıl anlatacaktır size.
Bir gece, içiniz acıdığında, çok acıdığında hem de, saklanacak bir yer bulamıyorsanız kitabın içinden geçen kuş sürüsünün peşine takılıp kanatlanmanız olasıdır.
Leave A Comment
You must be logged in to post a comment.