“Heba”yı Okuyanlar İçin Bir “Gezi” Yazısı
(Bu yazı Heba’daki çok temel bir kırılma üzerine kuruludur, romanı henüz okumayanların okumamaları tavsiye edilir.)
Şehir demek kapalı kapılar demek; tanımadığımız yüz binlerce ev içi, oralara çekilmiş hayatlar, yabancı yüzler demek. Yaşadığımız şehirlerde bilmediğimiz insanların kapılarını çalmıyoruz. Şehir terbiyesi, içselleştirilmiş mülkiyet bilgisi ya da mahremiyete saygı, fark etmiyor. Başkasının kapısı demek başkasının hayatı demek. İlişmeyecek, fazla sokulmayacaksınız, bu kadar basit. Fakat geçtiğimiz bir ay içinde tuhaf, hiç kimsenin beklemediği şeyler oldu şehirlerimizde. Ankara Kurtuluş’tan Kolej’e doğru koşuşturan çocuklara, hiç tanımadıkları evlerin pencerelerinden sarkan hiç tanımadıkları insanlar, “Apartman kapısı açık, yukarı gelin!” diye seslendi. Sosyal paylaşım siteleri direnişin çatışmaya dönüştüğü bölgeler için çağrılarla doldu taştı: “Cihangir, Beşiktaş, Tünel, Kenedy, Tunalı, Kızılay- kapılarını aç!” Özelden ev adresleri, revir olarak kullanılan mekân adresleri paylaşıldı. Arabası olanlar yetinmeyip gecenin tuhaf saatlerinde direniş bölgelerine indiler. Sokak aralarına sığınmış yaralıları, daha önce hiç polis korkusu, sivil korkusu, eli sopalı yabancı korkusu yaşamamış çocukları, yollar kesildiği için evlerine dönemeyenleri topladılar sokaklardan.
Şu: 2013 Haziran’ı, ülkenin bir çok şehrinde açık kapılar anlamına geldi. Kazanılmış temel hakların kapıları, bedenlerinin kapıları, adaletin kapıları, parkların kapıları üstlerine kapanmasın diye sokaklara çıkan çocuklara şehrin kapıları açıldı, girdiler…
Peki edebiyatta bunun karşılığı nedir? Yazarlar kapılarını başka hayatlara, yaralanmış ruhlara ve bedenlere, kaçmak için korkuyla koşuşturanlara ne zaman açarlar? Açarlar mı? Kaçış olarak kitap fikrinden bahsetmiyorum. Daha düz, daha doğrudan bir soru: Dünyanın gecesinden kaçış arayanlara kapılarını açan bir yazarımız var mı? Soru bir tarafıyla kolay, cevabı fazla el altında duruyor; karanlığın yüreğinde de gezinseler, gecenin en derin yerine de inseler, kötülüğe ve şiddete ürkütücü bir yakınlıkla da sokulsalar yazarların yaptığı genelde böyle bir şeydir zaten; en çıkışsız mekânda bile, hatta en çok böyle bir mekânda, orada olmayan çıkışın, kurtuluşun, demek ki bir kapı fikrinin yokluğu büyük bir soru olarak kitabın merkezine oturur. Ama aradığım cevap bu ve benzerleri değil. Peşine düştüğüm daha radikal, daha beklenmedik bir jest. Daha azıyla; açılacak kapıyı hazırlayan o ilk jestle başlayarak bir kapıyı kapatalım o zaman: Hasan Ali Toptaş’ın son romanı Heba, ev sahibine teslim edilen bir anahtarla, demek ki bir daha açılmayacak olan bir kapıyla başlar. İlk ve kurucu olan jest negatiftir; bir kapıyı dışardan çekip kilitler.
Heba’nın karakteri Ziya, sığınacak bir kapı arayışındadır. Bu yüzden şehirdeki evini boşaltıp asker arkadaşı Kenan’ın köyüne yerleşir. Fakat, hatırlayacağınız gibi, Ziya aradığı kapıyı burada da bulamaz- kapının açılacağı beklentisiyle açılmayacağı öngörüsü arasında, tedirgin bir eşikte tutuluruz. Çocuksu zalimlikten el alıp askeriye şiddetine evrilen, kurumsal şiddetten linç kültürene doğru büyüyen kötülüğün heba ettiği her hayat gibi, bir çok hayat gibi, Ziya’nın hayatı da somut bir kaçış ânına çıkar sonunda- ölümden kaçış.
Ve tam da bu anda, koca bir köy linç etmek için Ziya’nın peşine düşmüşken, edebiyat tarihinde hiç değilse benim bir benzerine tanık olmadığım bir şey gerçekleşir ve 300 küsür sayfa boyunca tanrı-anlatıcı olarak duyduğumuz yazarın üst sesi, bir anda, ben öyküsel anlatıya geçip Ziya’nın çaldığı kapıyı gerçekten açan sese, kendini artık saklamayan anlatıcının/yazarın doğrudan sesine dönüşür, hatırlayalım:
“Hemen ardından da, uyursam kötü olur diye düşündü ve yerinden kalkıp on beş yirmi adım ötedeki kulübeye doğru yürüdü. İki büklümdü kapıya vardığında, toz toprak içindeydi ve artık ayakta duracak hali yoktu. Elini kaldırıp kapıyı güçlükle çaldı bu yüzden. Tahta kapının sesi tok bir şekilde yankılandı.
Kalkıp açtım.
Eşikten adımını atar atmaz sendeledi ve bana sarıldı. Birlikte, kapıyı kapatarak yavaş adımlarla, ağır aksak içeriye doğru yürüdük. Dışarıdan hâlâ sağa sola koşuşturan adamların sesleri geliyordu.
Beni arıyorlar dedi cansız bir sesle.
Sakin bir şekilde, biliyorum, diye fısıldadım ona.” (s. 306, vurgu bana aittir.)
“Kalkıp açtım,” edebiyat içi bir noktada tutularak salt roman biçimi üzerinden tartışılıp tüketilecek bir kırılma değil. Hasan Ali Toptaş, ilk elden, “tanrı yazar” diye tarif ettiğimiz, her şeyi bilen ve gören, karakterlerinin düşünceleri içinde gezinen, zaman ve mekân kısıtlamalarının dışında hareket edebilen anlatıcı konumunu, salt biliyor olmanın dar bağlamı dışına taşıyor. Kurmacanın –etik bağlılıklarını gizleyen- teknik tanrısının bir iradeyi devralıp kötülüğe müdahale ettiği, hayatın önüne geçemediği şiddeti edebiyatın kısmen kesintiye uğrattığı bir jestle, o nadir jestle karşı karşıyayız işte: Yazar, kapısını açıyor.
Fakat kurmacaya taşıyabileceğinden fazlasını yüklemiyor Hasan Ali Toptaş. Klasik anlatıcının kapalı gerçekliğinde kötü yazgısından kurtulamayan/kurtarılamayan Ziya, bu kapalı küreye müdahale eden kurmacanın açık bilinci arasında ikiye bölünüyor. Anlatıcının kapısını açıp kurtardığı Ziya’yla köylülerin ele geçirdiği Ziya, demek ki hayatın şiddet döngüsünden kurtulamayan Ziya’yla o döngüden yazınsal araçlarla çekip çıkarılan Ziya arasında, edebiyatın bizlere çok nadir yaşattığı bir sarsıntı bölgesi var- sığındığı yerden sığınamayan Ziya’yı seyreden Ziya: “Beni buldular, dedi büyük bir şaşkınlıkla.” Hayatın ve edebiyatın birbirleriyle karşı karşıya kaldıkları bu bölgede, kendi kurduğu kapalı yapıya müdahale eden yazarın açtığı kapıdan geçiyoruz. Zaten öncesinde, yazarın masa başında yazan varlığını hatırlatan, Ziya’nın nereden geldiğini anlayamadığı “kâğıt hışırtılarıyla” hazırlandığımız bir kapı bu.
Geçiyoruz diyorum çünkü edebiyatın temel araçlarından biri olan özdeşleşme mekanizması hâlâ bizi ve roman kişisini –iyi ki- bir noktaya kadar eşitlemeye devam ediyor. Ziya’nın kaçışına eşlik eden, demek ki onun korkusunu, yaşadığı dehşeti, kırgınlığı kısmen de olsa paylaşan bizler de Ziya’yla birlikte buyur ediliyoruz o kapıdan içeri. Ki o noktaya gelinceye kadar Ziya ölen Kenan’ın annesi tarafından kapılarına gelmemesi için uyarılmış ve Kenan’ın dayısının kapısına da gitmemesi istenmişti. Köydeki tüm kapılar Ziya’nın yüzüne kapanmıştır artık. Bu kapılardan biri aşka açılır. Diğeri dostluğa. Bir başkası bilgeliğe. En güzeli ise masumiyete…
Ziya: Kapatılan kapıların diğer tarafındaki karanlığın heba edeceği güzel insan, iyi ruh, kırılgan heves.
Korumak gerekmez mi?..
Tekrar başlangıca dönelim, hayatın yüzümüze kapatılan kapılarından bahsetmiştik; aslında hiçbir zaman açamadığımız adaletin, aşkın, bedenin, özgürlüğün, hevesin… kapıları, bu kez hiç olmadığı kadar ürkütücü bir hamleyle usul usul kapatılıyordu insanların üzerine. Sonra “bağzı” çocuklar o kapıları zorlayıp sokaklara döküldüler. Bu dökülüşün toprağında yetmiş yıllık çınar ağaçlarının kökleri vardı. Ağaçların yaşamıyla kendi yaşamlarını bir bildiler. Ve derinlerde bir yerde her şey bir diğerini buldu, şeyler ilişkilendiler. Ağaçlar ve insanlar hiç olmadıkları kadar güzeldiler artık. Aynı soruyu bir kez daha soralım o halde:
Korumak gerekmez mi?..
Ve güzelliği korumak gerekti. Şehirlerin kapıları Gezi’nin çocuklarına böyle açıldı işte. Ve çocuklar girdiler o kapılardan içeri…
Yeniden hatırlayalım: Bulunacağı korkusuyla, “Kapıya dayanırlarsa beni vermezsin değil mi,” diye soran Ziya’ya anlatıcının cevabı “buraya gelmezler,” oluyor. Gezi Direnişi’nde kapılarını hiç tanımadıkları insanlara açanların böyle bir garantisi yoktu şüphesiz. Bu yüzden de kapılarını hiç tanımadıkları insanlara açan bu insanlar, en az edebiyat kadar güzeldiler.
Bu insanlar güzeldirler…
Kaynak: http://www.korkatip.com/halbuki/hebayi-okuyanlar-icin-bir-gezi-yazisi-samil-yilmaz.html
Leave A Comment
You must be logged in to post a comment.