Turkisk Studies – International Periodical For The Languages, Literatüre and History of Turkish or Turkic

Volume 8/8 Summer 2013, p. 1097-1125, ANKARA-TURKEY

JUNG IŞIĞINDA HEBA*

Esra SAZYEK**

ÖZET

Türk edebiyatının önemli yazarlarından olan Hasan Ali Toptaş, Heba adlı romanında çocukluk, askerlik, evlilik ve ölüm süreçlerinin toplamından oluşan yaşamı boyunca, aynı çocuk saflığıyla yaşayan Ziya’nın içe dönük kişiliğini işler. Bu özelliği, onun reel zamandan çok rüyaların ve fantezilerin dünyasında yaşamasına neden olur. Eşini ve doğmamış oğlunu bombalı saldırıya kurban verdikten on altı yıl sonra kentin kalabalığından uzaklaşıp yerleştiği Yazıköy, bu yönünü besler. Böylelikle doğanın içinde geçirdiği saatler bir ibadete dönüşür. Ancak aradığını Yazıköy’de bulan Ziya’nın tüm huzuru, Kenan’ın öldürülmesiyle son bulur. Her şeyin bir anda karıştığı bu süreci, hakkında çıkan dedikodular yüzünden linç edilerek öldürülmesi takip eder.

Acı olayların ölümle noktalandığı, heba olmuş bir yaşamı konu edinen roman, Jung psikolojisi ışığında yeniden okunduğunda çekilen acılar sonrasında elde edilen ölümsüzlüğe ulaşma mükâfatının hikâyesine dönüşür.

Ziya’nın bir cennete benzeyen Yazıköy’den kovulana dek yaşadıkları, rüyalar ve fantezilerle örülü büyülü bir ortamın eşiğinde gerçekleşir. Bilinçdışı düzlemin, rüyalardaki simgesel içerikler aracılığıyla kendini göstermesi, Yazıköy’ün bir coğrafya olmanın ötesinde bilinçdışı dünyayı temsil ettiğini, kentten doğaya yapılan yolculuğun, bilinçten bilinçdışına doğru bir yol izlediğini ifade eder.

Bilinçdışının meçhul karanlığında ilerleyen Ziya’nın en derindeki içsel hazineyi keşfetmesi, yüzeyden merkeze doğru her bir aşamanın Jung’un “arketip” olarak adlandırdığı bilinçdışının farklı bir figürüyle kat edilmesini gerektirir.

Bu çalışmada söz konusu sürecin boyutları Jung Psikolojisi açısından ele alınacak; onun düşüncelerinin izi, romanın içeriksel boyutuna yansıyan yönleriyle ayrıntılı şekilde irdelenecektir.

Anahtar Kelimeler: Hasan Ali Toptaş, Heba, arketip, rüya, toplumsal bilinçdışı.

 

 

 

HEBA IN THE LIGHT OF JUNG

ABSTRACT

Hasan Ali Toptaş, is one of the important authors of Turkish literatüre, in his novel called Heba discusses inward looking personality of Ziya, who lives in the same childish purity during his life consisting of all periods of childhood, military service, marriage and death. Due to this property, he lives world of dreams and fantasies rather than reel time. 16 years after he lost his wife and unborn son as casualties in bomb attack, Yazıköy where he breaks away from the crowd of the city and settle in here, feeds his this side. Thus, the hours passing in the nature, turn into a worship. However, whole peace of Ziya, who has found what he seeks in Yazıköy, ends by killing of Kenan. This period when everything has became complicated, is followed by killing of him as being lynched because of the gossips about him.

When you reread the novel focusing on a wasted life, of which tragic events are finished by death in the light of Jungian psychology, it turns into a story of award to reach immortality obtained after the sorrows felt.

Experiences of Ziya in Yazıköy resembling Heaven until he is dismissed, realize on the cusp of a magical environment is surrounded by dreams and fantasies. Appearance of unconscious plane by means of symbolical contents in dreams indicates that Yazıköy represents unconscious world beyond being a geographic and travelling from the city to natural follows a way from conscious towards unconscious.

Exploring of Ziya moving in unknown darkness of unconscious the inner treasure in the deepest, requires passing the each phase from surface towards center with a different figure of unconscious named as “archetype” by Jung.

In this study, dimensions of period in question will be discussed in terms of Jungian psychology; trails of his thoughts will be examined in detail by its aspects are reflected on contextual dimension of the novel.

Key Words: Hasan Ali Toptaş, Heba (Waste), archetype, dream, social unconscious

 

 

Giriş

Öykülemeye dayalı kurmaca metinler, yüzeysel anlamlarıyla okunduklarında belli bir süreci kapsayan yaşantı dizisinin sadece aksiyonel yönlerini aktarır okuyucuya. Oysa bu tür metinlerin derin anlam katmanlarının keşfedilmesi, anlatılanın ardında birçok farklı bağlamın olduğunu gösterir. Hasan Ali Toptaş’ın Heba (2013) adlı romanının yüzeysel yapısı, başkişi Ziya’nın çocukluk, askerlik, evlilik ve ölüm gibi yaşam süreçlerindeki yaşantısını aktarır. Bir hayatın nasıl, nerede ve hangi güçlüklerle karşılaşılarak yaşandığı, bu yüzeysel yapı aracılığıyla öğrenilir. Yüzeysel anlam katmanında acı olaylarla örülüp heba olmuş bir yaşamı anlatan roman, Jung psikolojisi ışığında okunduğunda ise çekilen acılar sonrasında elde edilen ölümsüzlüğe ulaşma mükâfatının sürecini barındıran bir derin anlam katmanı kazanır. Bu, kahramanın “ayrılma-erginlenme-dönüş” aşamalarından oluşan yolculuğunun (Campbell, 2010: 42) da bir özetidir aynı zamanda.

“Anahtar”, “Rüya”, “Huzur”, “Yazıköy”, “Sınır”, “Minnet” ve “Fena” başlıklı yedi bölümden oluşan romanın yüzeysel katmanında, taşra kökenli Ziya’nın kent yaşamından sıkılarak gittiği askerde arkadaşı olan Kenan’ın köyüne yerleşmesi ve beklenmedik olaylar sonucunda hayatının orada son bulması anlatılır. On altı yıl önce beş aylık hamile eşini bombalı bir saldırıda yitiren Ziya, apartman sahibi Binnaz Hanım’a anahtarını teslim eder ve kendisi için uygun bir ev bulmasını önceden rica ettiği Kenan’ın hazırladığı bağ evine yerleşir. Kentin gürültüsünden uzaklaşıp doğayla baş başa yaşayacağı Yazıköy’dedir artık. Burada önce Kenan’ın ailesiyle, sonra da köylülerle tanışan Ziya, bağ evi meselesi yüzünden Körükçü Kâzım’ın Kenan’ı öldürmesinin ardından hayatının sonuna kadar Yazıköy’de yaşamaya karar verir. Olay örgüsü, Kenan’ın ölümünden sonra onun sorumluluklarını üstlenen Ziya’nın, dedikodular yüzünden köylüler tarafından linç edilerek öldürülmesiyle son bulur.

İnsan, bilinç ve bilinçdışı olmak üzere iki farklı düzlemde yaşar. ‘İlkörnek’ düzlemi olan toplumsal bilinçdışı, rüyalar aracılığıyla bilince birtakım simgesel mesajlar (Jung, 2008: 243) gönderir. Ortaya çıkan bu imge ve eğilimlere ‘arketip’ adını veren Jung, kişinin sahip olduğu bu ruhsal gücün, karanlıkta yuvalanan ayrıntıyı aydınlığa çıkarmak için (1997: 197) kullanması gerektiğini belirtir. Bunu yapabilmek, bilinç ve bilinçaltı arasındaki “sınır” noktasına gelmeyi gerektirir. Ziya’nın askerliğini Suriye sınırında yapma gerekçesini de açıklayan bu durum, onun, bilincini temsil eden evini terk ettikten sonra ‘karanlıklar ülkesi’ (Jung, 2008: 27) olarak kabul edilen bilinçdışına, “hayati noktaya ‘iki denizin birleştiği yerde ’ ulaş”acağını (Jung, 2009:

69)gösterir.

Ziya’nın gördüğü rüyalar, olayların rüya zemini üzerinde gerçekleşmesine zemin hazırlar. Rüya aracılığıyla bilince sızan simgesel mesajların her biri, Ziya’nın yerleştiği Yazıköy’de insanî bir kişilik olarak karşısına çıkar. Bu durum, kentten doğaya doğru gerçekleştirdiği yolculuğun, aslında bilinçten bilinçdışına doğru yapıldığını anlatır. Ziya’nın kendi içine doğru yaptığı bu yolculuk, Yazıköy’de karşılaştığı her bir arketip aracılığıyla bir aşama daha kaydetmesini ve böylelikle en derindeki karanlığı aydınlatarak öz benliğine kavuşmasını sağlayacaktır.

1.Toplumsal bilinçdışı

İnsan, farkında olmasa da yaşamını iki farklı düzlem üzerinde sürdürür. Bunlardan biri “anlamaya çalışan ama anlamayan bilinç düzeyi diğeri ise bir şeyi ifade etmek isteyen ama bunu yalnızca düş yoluyla ifade edebilen bilinçdışı düzey”dir (Jung, 2008: 200). Bilinçten önce oluşan bilinçdışı, rüyalar aracılığıyla bilince birtakım simgesel mesajlar (Jung: 243) gönderir. Mesajın içeriğinin anlaşılması, rüya üzerinde düşünmeyi gerektirir.

Jung, rüyaları, “büyük rüyalar” ve “küçük rüyalar” olarak adlandırır. Öznel düzeydeki rüyalar, “küçük rüyalar”dır ve kişiliğin belirli yönlerini temsil ederler. Oysa kolektif rüyalar olarak adlandırılan büyük rüyalar, bilinçdışı imgeler dünyasındaki sembollerden oluşur ve sembollerin anlamlandırılması, bireyden ziyade tüm insanlık için önem arz eder. Eski kültürlerde bu tarz olanlara büyük önem verilmesinin nedeni, düşün ağzı kapalı duran bilgi kaynaklarının kapağını (Fordham, 1996: 128) aralamasıdır. Bu durum, bilincin kendini var etmediğini, bilinçdışı bir öge olan uykunun rahminden her gün yeniden doğduğunu (Jung, 2008: 290) gösterir.

Romanın “Anahtar” başlıklı bölümünde Ziya’nın gördüğü rüya, “büyük rüyalar” kategorisinde yer alır. Bu durum, toplumsal bir sorunun imlendiğini ve çözüm için rüya öznesine reçeteler sunulduğunu gösterir. Evle temsil edilen bilincinin kapısını kilitleyen ve anahtarı cebine koyan Ziya, toplumsal bilinçaltının kapılarını aralayacak rüya anahtarını elinde bulundurur. Hem açıcılık hem de kapayıcılık işlevi olan anahtar, Ziya’nın farklı bir mekâna girebilme hakkını elde edişinden çok, içine gireceği farklı ruh halini (Salt, 2010: 39) temsil eder.

Asansörle on dokuzuncu kata çıkıp doksan bir numaralı dairenin kapısını çalarak, bilinçdışını temsil eden apartman sahibi Binnaz Hanım’ın evine gelir. Bilinçdışının sadece bilincin altında olmadığını; aynı zamanda üstünde de olduğunu anlatan bu eylem, bireyin buraya ulaşmak için bir hayli tırmanması gerektiğini (Jung, 2009: 107) gösterir. Ziya’nın dikkatini çeken ilk şey, zilini çaldığı kahverengi ve çift kilitli çelik kapının ortasındaki gözetleme dürbünüdür. Bilinçdışı bilgi kaynağının kapağını temsil eden bu dürbün, insan bilincinin uyum ve bütünleşme için bilinçdışına ihtiyacı olduğu gibi; bilinçdışının da bilince ihtiyacı olduğunu vurgular. Çünkü bilinçdışının ürettikleri, bilgiden yoksundur ve insan bu bilgiyi ancak bilinciyle kurduğu ilişki aracılığıyla (Jung, 2008: 246) elde edebilir. Çift boyutlu ilişkinin yansımaları, Ziya’nın babasının uykuyu tanımlarken kurduğu cümlelerle kendini gösterir:

“(…) biliyorsunuz, uyku yekpare bir şey değildir. Karmaşık safhaları, inişleri çıkışları, iç içe geçmiş dönemeçleri, dehlizleri, kuyuları ve çeşitli basamakları vardır onun. Kimi zaman dünyanın dışına taşacak kadar kalınlaşır mesela, kimi zaman da tutar, tıpkı bir tülbent gibi incelir. İnceldiğinde, çeşitli sebeplerle delindiği de olur uykunun. Ne bileyim, bazen zihnimizdeki sivri uçlu bir hatıra deler onu; bazen henüz hazmedemediğimiz bir sözün acısı, bazen kolu bacağı aklımızın dışında kalan bir düşünce yahut bir duygu, bazen de etrafımızda olup biten, bizim fark edemediğimiz meçhul bir şey deler. İşte o vakit delinen yerden içerisi görünmez ama dışarısı görünür. Hakikat oradan gerçekte olduğu gibi görünmez tabii; uykunun sisi yüzünden, kendisinin biraz berisinde yahut gerisinde görünür.”(Toptaş, 2013, 82-83)

Bilinç ve bilinçdışının birbirini tamamlayan yin-yang ilişkisi, apartman sahibi Binnaz Hanım’ın bulunduğu kat ve kapı numarası aracılığıyla da sembolik hale gelir. 19 sayısının aynadaki yansıması olan 91, bilinç ve bilinçdışı arasındaki bağlantıyı ifade ettiği gibi söz konusu ruh katmanlarının aydınlık ve karanlık yönünü imleyerek karşıtların birliğini gündeme getirir. “Nihai sınır” (Schimmel, 2000: 188) anlamına gelen dokuz sayısının, “bütünü, mükemmeli, bütün kutupsallığın ötesindeki Mutlak’ı temsil eden bir” (Schimmel, 2000: 53)ile yan yana kullanılması da bütüne giden yolun çatışmayı içeren bir sınırdan geçmeyi gerektirdiğini anlatır.

Ziya, kapının açılmasını beklerken “çiçeklerden birinin sapına da kırmızı ve zarif bir kurdeleyle, şöyle deve diline benzeyen büyükçe bir nazar boncuğu bağlan”dığını (12) görür. Modern dünyanın gelişme hızı içinde insanoğlunun uzaklaştığı köklerine ait bir öge olan nazar boncuğunun kırmızı bir kurdeleyle bağlanması dikkat çekicidir. Kırmızı, kan rengi olmasından ötürü ciddi bir durumu imler. Jung, söz konusu noktaya gelen rüya öznesinin kendisine “eksiğimiz nedir?” sorusunu sorması gerektiğini söyler. Sorunun kişisel değil; “çağa özgü bir dert” (Jung, 1997: 242) olması, bu sorunun cevabı verilmeden ruhun üst katmanıyla alt katmanı arasındaki uçurumun giderilemeyeceğini gösterir.

Ziya’ya kapıyı açan, Binnaz Hanım’ın animayı temsil eden hizmetçisidir. Hizmetçinin anahtarı alma yetkisinin olmadığını söylemesi üzerine içeriye giren Ziya, Binnaz Hanım’ı beklemeye başlar (12). Uzun bir bekleyişin ardından koca gövdesiyle salona gelen Binnaz Hanım’ın Ziya’ya “sadece bulunduğu yerden değil, tuhaf bir şekilde hem o yerin bir hayli gerisinden hem de çok çok berisinden bak”ması ve “bu haliyle düpedüz ileriye ve geriye doğru yankılanan, yaşını başını almış koca yanaklı bir hayalete benz”emesi (15) onun, toplumsal bilinçdışının somutlaşmış hali olduğunu gösterir. Apartman sahibi Binnaz Hanım’ın, bütün kiracılarının geçmiş ve gelecekleri hakkında kehanet dolu bilgi birikimi, insanoğlunun binlerce yıllık bilinç toplamından oluşan varlığı, “Binnaz” adıyla simgelenmiştir.

 

 

Binnaz Hanım’ın içerdiği bilgelik, onun “yaşlı adam/kadın” arketipiyle karıştırılmasına yol açabilir. Ancak “yaşlı bilge arketipi”, toplumsal bilinçdışı içerisinde yer alan ögelerden sadece biridir. Oysa Binnaz Hanım hem bilinci hem de bilinçdışı imgelerin sembolleri olan tüm arketipleri içinde barındıran bir bilgi deposudur. Jung’un, “bilinçaltı kişileşebilseydi, erkekle kadının, yaşlı ile gencin, doğumla ölümün sınırında yaşayan bütünsel bir canlının çizgilerini taşır, hemen hemen ölümsüzlüğe yakın bir biçimde, bir iki milyon yıllık insan deneyimleriyle dopdolu olurdu. Zamanın akıcılığı üstünde hiçbir şeye karşı çıkmadan gezinir dururdu. Şimdiki anın, İsa’dan binlerce yüzyıl önceki bir insandan hiçbir farkı olmazdı onun için; yüzyıllık düşleri görür, ölçüsüz deneyiminin yardımıyla tartışılmaz sonuçlara ulaşan Tanrısal yanıtlar verirdi. Çünkü, bireyin, ailesinin, oymağının, halklarının yaşamlarını defalarca yaşamış olacak ve kuruluşun, oluşumun, çöküşün ritmini -canlı bir duygu- gibi bilecekti.” (Jung, 1997: 30) şeklindeki sözleri büyük ölçüde Binnaz Hanım’ı tanımlamaktadır.

Anahtarı verip oradan bir an önce ayrılmak isteyen Ziya’ya bir türlü izin vermeyen Binnaz Hanım, onun böyle çabuk gidemeyeceğini belirtip sözü “apartman”a getirir:

“Bu apartman atalarımdan falan miras kalmadı bana, hiç kuşkusuz durup dururken gökten zembille de inmedi; onu ben yıllarca didinerek, dişimle, tırnağımla kazandım. Açıkça söylemem gerekirse, kat kat katlanmış al mendillere benzeyen yeniyetmeliğimi, gençliğimi ve gençliğimin en güzel rüyalarını verdim onun için. Bu şehrin sokaklarında yeşeren, içleri çocuk cıvıltılarıyla dolu, her biri birbirinden geniş hayallerimi verdim. Sizin anlayacağınız, neresinden bakılırsa bakılsın, adına apartman deyip geçiverdiğimiz bu demir ve beton yığını benim gençliğimdir aslında; sarhoş masalarında ziyan olup giden sivilceli günlerim, o masaların arasında hayâsızca mıncıklanan körpecik gövdem ve nihayet, yıllar sonra bol rüzgârlı harap bir evin köşesinde, bıyığa bulanmış ıslak ve pis hırıltılar eşliğinde yerle bir edilen haysiyetimdir.” (22-23)

Bu sözler, toplumsal bilinçdışının korku, tehlike, üstün güce karşı verilen mücadele, cinsellik, doğum, ölüm ve sevgi gibi ögelerden oluşan bir bütün olduğunu gösterir. Binnaz Hanım’ın, ziyan olmuş yılları içinde oturan insanların anahtarı bizzat kendisine getirip vermelerini istemesi (46) onların, kendilerine ait yaşamlarının yanında yüzyıllardır yaşayan ortak bir ruhun temsilcileri, kurbanları ve geliştiricileri (Jung, 2008: 85) olduklarını gösterir.

Ziya’yla konuşan Binnaz Hanım’ın, zihnin hem içine hem de dışına dağılan ve “her şey” olarak nitelenen dağınıklığı, bütünüyle hayal etmenin imkânsız olduğunu söylemesi (24), bilinçdışının, bilinç tarafından algılanamadığı gerçeğini ortaya koyar. Çünkü insanın bir parça olması, ait olduğu bütünü algılamasına engel (Jung,:279) teşkil eder. Oysa bilincin, bilinçdışının en son verdiği filiz (Jung, 1997: 31) olması, bilincin hayali, bilinçdışının ise asıl gerçek olduğu anlatır.

Bilinçdışı algılanamamakla birlikte bilincin kıyılarına bıraktığı bir yığın şeyle (63-64) gerçekliğini göstermeye çalışır. Bu yığınların anlamı, çağı ilgilendiren bir soruna işaret eder. Sorun, “bilinç dünyamızın altında bir başka dünyanın gömülü olduğumu unutmamız”dır. Dolayısıyla “modern insan ruhsuzlaşmış bir dünyada köklerinden kopmuş bir yabancı” (Jung, 2009: 45) haline gelmiştir. Buna neden olan şey, insanı tutsak kılan, ufkunu daraltarak başka alanlara yönelten modernizmin ta kendisidir. Kentin kalabalığı ve gürültüsü içinde yok olduğumuzu anlayabilmek, özünde kötülük barındırmayan, çocuk kalabilmeyi başarmış (Jung, 1997: 243-244) insanlara mahsustur. Romanın genelinden de anlaşılacağı gibi, Ziya’nın en önemli özelliği, içe dönük kişiliğidir. İçedönük kişilerin hayal dünyaları son derece geniştir. Bu durum, kolektif bilinçdışının farkına varmalarını kolaylaştırır (Fordham, 1996: 34-35). Ziya’nın içedönük kişiliği, bilinçdışının rüyalar aracılığıyla gönderdiği mesajları sorgulamasını sağlar. Onun bu yönü çevresiyle iletişiminde sorunlar yaşamasına neden olur. Sınırda askerlik yaptığı süreçte komutanlarıyla bir türlü anlaşamaması bu yüzdendir. Ziya’nın, kentin gürültüsünden uzaklaşmak amacıyla Yazıköy’e yerleşmesi, çağın sorunu olan “sır”nn farkında olduğunu gösterir. Her ne kadar taşra kökenli olsa da yaşamının büyük bölümünü kentte geçiren Ziya’nın taşraya bakışı Yazıköy’le birlikte değişir. Çocukluğunda katıldığı ve âdeta ilkseltoplum ritüellerinin tekrarı olarak gerçekleştirilen düğünlerin yerini Yazıköy’de maddî düzen üzerine inşa edilen düğünlerin alması (281-282), onu büyük bir hayal kırıklığına uğratır. Çocukluğundan başlayarak farklı kişiliğiyle dikkat çeken Ziya, herkesin bilinciyle algıladığı dünyayı, bilinçdışının yönlendiriciliğinde yaşar gibidir. Öldürdüğü kuşu kendi iradesiyle eyleme dönüştürmediğinin farkında olması, bilincin iradesinden daha güçlü bir iradenin varlığını hissettiğini açıkça ortaya koyar.

Binnaz Hanım’ın “Bayat soğan kokularından, et kokularından, sigara, piyaz, sirke ve rakı kokularından oluşan gövde”siyle (26) hatırladığı babasının sıcaklığında kendini yeniden var etmesi, bilinçdışı dünyanın ışığında var olabilmenin yüceliğini anlatır:

“Hâsılıkelam, çerden çöpten de olsa insan illaki bir baba yaratıyor Ziya Bey, başka türlü var edemiyor kendini; koku kırıntılarını tutup, ölgün gölgeleri ve titreşimleri tutup, ya da boşlukları bile tutup işte böyle babaya dönüştürüyor benim gibi. Hiç kuşkusuz insan başka yollarla da var edebilir kendini, diyelim uzun bir öpüşmenin derinliklerinde kaybolarak, bir bakışın ateşinde yanarak, bir kitabın ruhundan doğarak, bir dokunuşla sarsılarak ya da şu an hatırlayamadığım daha akıllıca yahut daha aptalca birtakım şeyler yaparak da var edebilir. Çarçabuk doyan küçük karınlı bir ruha sahipse, bir köşeye oturup sadece çekirdek çitleyerek de var edebilir sözgelimi. Mayasına karışan vahşi gölgelerin arasında yaşıyorsa, birtakım şeyleri kırıp dökerek de var edebilir. Hatta bütün bunların ötesinde, bazı şeyleri yapmamakla da var edebilir ama babayla var olmak bu saydıklarımla kıyaslanamayacak kadar farklı bir şey bence.”(27-28.)

Çok sevdiği babasının “Matkap” lakaplı Macit Karakaş tarafından bıçaklanarak öldürüldüğünü Ziya’ya anlatan Binnaz Hanım, Macit Karakaş’ın “hindileri taklit edercesine kabara kabara yürüdüğünü, sırtına etekleri topuklarına kadar inen siyah bir pardösü giydiğini, herhangi bir yere oturunca da oturduğu yere bir türlü sığamadığını” söyler (28). Konuştuğunda “deprem oluyormuş gibi her yeri zangır zangır titreten” Matkap’ın en önemli özelliğinin “ses”i olması, kentin gürültüsünü temsil ettiğini göstermekle birlikte “Matkap” lakabını gerekçelendirir. Dolayısıyla, Binnaz Hanım’ın Matkap tarafından öldürülen babası, “kent”in yok ettiği “doğa”yı, modernizmle birlikte değerli hâle gelen “bilinç”in saf dışı bıraktığı “bilinçdışı”nı özetler. Hulki Dede “tabiat bir şey söylemez aslında, biz de onu bu yüzden işitiriz. ” (277) sözüyle buna işaret eder gibidir.

Anahtarı teslim eden Ziya’nın, Binnaz Hanım’ın gözlerinde bir an için görüp ürperdiği “şehir”(46), bilinçdışı bütünlüğü temsil ettiğini bir kez daha gösterir. İçinde onlarca ailenin yanı sıra birçok bekâr erkeği ve kadını barındıran Binnaz Hanım (46), Ziya’nın şehri terk edip doğaya yerleşeceğini de bilir. Kiracılarına ait olan bilgileri ortalığa döküp saçmadan, dosyalayıp bir köşede özenle saklaması, bilinçdışının, insanoğlunun deneyimlerinin toplamından oluşan bir depo olduğunu ortaya koyar. Bu bilgileri çok yaşlı olduğu için tek başına dosyalayamadığını, hizmetçisinin kendisine yardım ettiğini söyleyerek anima arketipinin bilinç ve bilinçdışı arasındaki iletişimi sağlayan yönüne vurgu yapar.

Doğaya yerleşecek olan Ziya’yı uğurlarken, dua etmesini ve dua ederken eline bir “taş” almasını öğütleyen Binnaz Hanım, taşın ifade ettiği “öteki” anlamından da anlaşılacağı gibi bütünün zıt kutuplardan meydana geldiğini, Ziya’nın da ruhunun diğer yarısıyla bütünleşerek benliğine kavuşabileceğini anlatmaya çalışır.

 

 

1.1.Gölge arketipi:

İnsanoğlu, bir bütün olarak bakıldığında, sandığından daha az iyidir. Bastırdığı eğilimler, ilkel ve düşük nitelikli bir güç olarak içinde yaşamaya devam eder. Bu güç, bireyleşme sürecinde karşılaşılması gereken ilk arketip “gölge” ile temsil edilir. Ancak gölge tümüyle kötü değildir. Sadece ilkel, uyumsuzdur ve rahatsızlık vericidir. Bununla birlikte, insanoğlunun varoluşunu canlandırma (Jung, 2010: 69-71) gibi olumlu yönleri de vardır.

Rüyasında Binnaz Hanım’ın apartmanındaki dairesinin kapısını kilitledikten sonra anahtarı cebine koyan Ziya, bir anlamda bilincinin kapılarını kapatır. Çünkü bilinmeyenin sesi olan düşler, bilinç ve istem büyük ölçüde yok olduğunda (Jung, 2010: 26) ortaya çıkarlar. Hızlı adımlarla asansöre doğru yürürken koridordaki tüm ışıkların yanmasına rağmen ortalığın neden karanlık ve sessiz olduğunu düşünür. Bu sessizlik, sırasıyla çarpılan bir kapı, ağlayan bir çocuk, kadın çığlığı, elektrik süpürgesi ve matkap sesleriyle bozulur. Seslerin birbirlerini yeniden üretircesine çoğalırlarken apartmanı da içine alarak gerçekleştirdikleri döngü (11-12), kolektif bilinçdışının oluşum sürecini vurgular. Dışsal olandan ziyade içsel yaşamın gerçek ve kalıcı olduğuna inanan Jung, her şeyin bir kök-gövde ilişkisi içerisinde yeniden yeniye kendini var ederek (Jung, 2008: 18) sonsuzlaştığına inanır. Döngünün, başı ve sonu olmayan çemberle ifadesi, her şeyin ana rahmi içindeymişçesine var olan sonsuzluklarını anlatır.

Bilincini temsil eden evini terk ettikten sonra ‘karanlıklar ülkesi’ (Jung, 2008: 27) olarak kabul edilen bilinçdışına doğru ilerleyen Ziya, “hayati noktaya ‘iki denizin birleştiği yerde’ ulaşıl”masının (Jung, 2009: 69)gerekliliğini, eylemiyle ortaya koyar. Çünkü bulunduğu yer basit bir apartman koridoru değil; bilinç ve bilinçdışı arasındaki “sınır” noktasıdır. Bilinç ve bilinçdışı arasındaki bu yer, egonun kendi sonsuz gücüne inanmayı bırakmasıyla kişiyi yeni bir duruma getirir ve Jung’un “öz” adını verdiği yeni bir kişilik merkezi (Fordham, 1996: 77) kazanılmasını sağlar.Tasavvufta “nefisten, gerçek vücûd tarafına sefer etmek’ (Eraydın, 1990: 319) şeklinde tanımlanan süreç, nefisten vaz geçmeyi gerektirirken, psikanalizde ise bilincin devre dışı bırakılarak bilinçdışı karmaşanın aşağılık yönleriyle birlikte kabul edilmesini gerektirir.

Asansöre ulaşan ve ilk kez on dokuzuncu kata çıkacak olan Ziya, kolektif bilinçdışına girebilme iznini böylelikle elde eder. Asansöre binmeden önce başını çevirip etrafına bakınca gözleri kararan ve midesi bulanan Ziya’nın gördüğü pis ve karanlık şeyler, bilinciyle bilinçdışı arasındaki “gölgeli alan”a (Fordham, 1996: 24) yerleşen, bilince ait bastırılmış deneyimlerdir.

Anahtarı bir an önce teslim etmek isteyen Ziya’yı anlattığı hayat hikâyesiyle alıkoyan Binnaz Hanım, apartmana taşındığı andan itibaren onda öteki kiracılarda olmayan taraflar görür. Ziya’nın sevgiye ve anlaşılmaya aç yönü, boyu ne kadar uzun olursa olsun toprakla aynı boydaymış izlenimi uyandıran alçakgönüllülüğü onu Binnaz Hanım’ın en kıdemli kiracısı yapar. Ancak Binnaz Hanım’ı en çok etkileyen şey, Ziya’nın üzerindeki “gölge”dir:

“Ne bileyim, güneşin altında dursanız bile sizin üzerinizde tuhaf bir gölge vardı sanki ve rüzgâra kapılmış ince bir fanila gibi dalgalanıp duran bu gölgeyi ben bir şekilde görüyor, görünce de her defasında ağırlığını ta içimde hissediyordum. Aslında, şimdi karşılıklı otururken de görüyorum o gölgeyi ama onun nereden yansıdığını bilemiyorum tabii. Ayrıca, şu yalan dünyada o gölgenin bir anlamı olup olmadığını da bilemiyorum. Benim bildiğim şu ki, demin de dediğim gibi, baştan beri yeriniz hep ayrıydı benim gözümde.” (23)

Binnaz Hanım’ın Ziya’nın üzerinde gördüğünü söylediği gölge, kolektif bilinçdışının kapılarını aralamasında ona eşlik edecek Kenan’a yöneliktir. Kişiliğin iki farklı yönü olduğunu belirten Jung, bunları birbirinden ayırmak için 1 no ve 2 no şeklinde adlandırır. 1 no’nun ışığın taşıyıcısı olduğunu, 2 no’nun da onu bir gölge gibi takip ettiğini (Jung, 2008: 83) dile getirir. Ziya, “ışık”anlamına gelen ve bilinci temsil eden adından hareketle “1 no’lu kişiliği”; sisin içinde savrulan ruhunun bölünmüş bir parçası olan “gölge” ise yüzeylerinden öte hiçbir şey görünmeyen ve tüm canlıları büyük bir güçle emen sonsuz karanlığın dünyası olarak “2 no’lu kişiliği” temsil eder. Jung’un “2 no” adını verdiği ve bilincin ışığında dev bir gölge olarak ortaya çıkan karaltı şeklinde tanımladığı gölge arketipi, çoğunlukla karanlık ve olumsuz yönleriyle tanıtılır. Oysa gölge, düşlerin yaratıcısı olduğu için kendisini düşlerde gösteren “içsel ışık âlemi”dir (Jung, 2008: 83-84). Jung’un kuramsal kurgusunun çekirdeği, “ruh”a doğrugelişme-büyüme-açılma aşamalarından oluşan bütünleşme sürecidir. Bunun gerçekleşmesi bilinç ve bilinçdışının karşılıklı etkileşimine bağlıdır. Bu zorlu süreçte bireyin öncelikle tanışması ve entegre etmesi gereken arketipsel öge ise, “gölge”dir.

Gölge arketipinin kişisel bilinçaltına bastırılan olumsuzluklarla özdeşleştirilmesi, onun bilinçle olan sıkı ilişkisini ortaya koyar. Ancak tüm bireysel ve ortak ruhsal öğeleri içeren gölge (Jung, 2009: 13), sadece kişisel bilinçdışı değil, toplumsal bilinçdışına da ait bir ögedir. Onun hem bilince hem de bilinçdışına ait çift yönlü karakteri, bilinç ve bilinçdışı arasındaki sınır noktasında konumlanmasını sağlar. Gölgeli alan olarak tanımlanan sınır noktası, Suriye sınırında askerlik yapan Ziya’nın yaşadıklarının anlatıldığı bölümün “sınır” adıyla başlıklandırılmasının gerekçesini açıkladığı gibi Kenan’la ilk olarak burada tanışmasının nedenini de ortaya koyar:

“Derken Ziyayı da aldı bulunduğu yerden, sen buraya olmuyorsun diyerek kolundan sürükledi, götürüp ikinci manganın ikinci sırasına yerleştirdi ve yerleştirdikten sonra da durup yüzüne bir an için tuhaf tuhaf baktı.

Sana neden öyle baktı, diye fısıldadı o uzaklaşınca üçüncü sıradaki kara kuru asker. Bilmiyorum, diye cevap verdi Ziya.

Benim adım Kenan, dedi öteki usulca.

Ziya da ona kendi adını söyledi.

Birinci sıradaki hiç ilgilenmedi onlarla, çenesini havaya dikerek yan gözle baktı sadece.”(154)

Boy hizasını gözeterek dizildiklerinde ikinci sırada bulunan Ziya’nın hemen arkasında yani üçüncü sırada bulunan Kenan, üç sayısının ikinin neden olduğu karşıtlığı sentezleyen (Schimmel, 2000: 69) gücüyle Ziya’nın bireyleşme sürecinde kendisine yardım edecek gölgesidir. Bu durum, Kenan’ın “kara kuru” (154) bir asker olarak tasvir edilmesiyle de anlaşılır. Ancak gölgenin figürleşmiş hali olan Kenan’ın ondan ayrı biri olarak anlatılması, Ziya’nın henüz gölgesiyle bütünleşemediğini gösterir:

“Bir deri bir kemikti bunlardan biri, kapkaraydı ve iki büklüm olmuş, kovayı yukarıya doğru çekiyordu. Kurumaya yüz tutmuş yeşilimtırak bir çift dala benzeyen bacakları da, belli belirsiz titriyordu bunu yaparken. Hatta bir hayli zorlanıyormuşçasına, avurtları güneşin altında terli bir balon gibi şişip şişip iniyordu.”(53)

Ziya, omzundaki iki yıldıza sığınarak karşısındaki kalabalığa emirler yağdıran ve onları küçük gören Teğmen’in keyiflenişini, ardından bu keyfin birden bire yok oluşunu gözlemleyerek onun fukara ruhlu olduğunu düşünür. (157-158). “Persona”sıyla özdeşleşerek ruhsal anlamda enflasyon (Jung, 2008: 291) yaşayan ve sevinci bundan ötürü kısa süren Teğmen’den, gözlerini hayalî hedefe odaklamak yerine başka bir noktaya kaydırdığı için tokat yiyen Ziya, onuru kırıldığından o gün Kenan dahil hiç kimsenin yüzüne bakamaz (160). Onun bu durumu, ego’sunun istekleri doğrultusunda hareket etmeye devam ettiğini ve utanç anlarını bastırdığı gölgesiyle henüz yüzleşecek boyutta olmadığını ifade eder. Ancak Kenan’la birlikte her öğün badem ağaçlarının altındaki tel örgüye gidip, tellerin gerisindeki “hayatın genişliğini ve özgürlüğünü temsil eden eşsiz birer parıltıymış gibi görünen Silvanlı çocuklardan” haşlanmış yumurta ve taze soğan satın alarak karnını doyurması (168), “çocuk”, “yumurta” sembollerinden de anlaşıldığı gibi “öz”ünü tanımaya başladığını gösterir. Rüyalarda bir hayvan ya da bir yumurtadan gelişen “öz”, bütünselliğin açık bir sembolüdür ve genellikle “mandala” olarak bilinen yuvarlak formlu simgelerle (Fordham, 1996: 82) kendini gösterir.

Ziya, masalara ekmek dağıttığı sırada yemekhane çavuşu, takım çavuşlarının oturduğu masaya kişi başı ikişer ekmek koymasını emretmesine rağmen “çavuşların Allah’ı ayrı mı, erlere birer ekmek veriliyor da onlara niye ikişer tane veriliyor?” (170) diye cevap verir. Onun sonunu bile bile takındığı ahlâkçı tutum, acı çekmesine neden olur. “Yargılarımızın içeriği, tümüyle, zamanın ve yerin değişken koşullarına bağlı olduğu için (…) ahlâksal kararımız yüzünden acı çekmemize hiçbir şey engel olamaz.” (Jung, 2008: 263) diyen Jung, kimi zaman iyiden vazgeçip kötü bilineni yapmak gerektiğini; bunun karşıtlardan herhangi birine boyun eğmeyi önleyeceğini söyler. Ziya ise bulunduğu ortamın askerî birlik olduğunu unutmuş; yere ve zamana göre değişmeyen bir ahlâkî tutumla davranmıştır. İçinde uyanan ikinci bir Ziya’nın çavuşa verdiği cevap, “egemen olduğunda 1 no’nun içinde saklanan 2 no’nun durumunu (Jung, 2008: 82), yani egonun denetimine giren gölgeyi ifade eder. Ziya’nın, esas duruşa geçtikten sonra “çavuşun yüzüne (…) gözleriyle değil, kenetlenmiş dişleriyle sert sert bak”ması (171), karşıtlardan birine boyun eğerek şişkin bir ego yarattığını karşılar.

Olanlardan sonra yüzü kan içinde kalıncaya kadar dövülen ve başını önüne eğerek yavaş adımlarla dışarıya çıkan Ziya’nın yine sınırdaki tel örgülere yakın bir yere gitmesi, yol açtığı düzensizliği telâfi etme adınadır. Sınır noktasında dizlerinin üzerine çökerek hüngür hüngür ağlayan Ziya’nın peşinden gelen Kenan’ın “oturabilir miyim bile demeden sessizce yanına çökmesi” (172), onun gölge niteliğine bir kez daha vurgu yapar. Kendisine üzülmemesi gerektiğini söyleyen Kenan’a Ziya’nın verdiği cevap, karanlık ve aydınlığın/gölge ve ışığın bir bütün olduğunun idrakine varamadığını gösterir:

“Nasıl üzülmem, dedi Ziya içini çekerek; görüyorsun, her musibet beni buluyor. Evet, her musibet beni buluyor ve ben de ne kadar dikkat edersem edeyim bir türlü engel olamıyorum buna. Hakikaten, neden böyle olduğunu hiç mi hiç anlayamıyorum. Söylesene Allah aşkına, benim üzerimde benim göremediğim bir işaret mi var Kenan? Bir gölge gibi mesela, yahut bir ışık gibi? Yani uzaktan bakıldığında ben de herkes gibi mi görünüyorum ha? Söyler misin bana, senin gibi yahut az ötemizde gezinen şu arkadaşlar gibi hakiler içinde miyim şu an? Kenan şaşırmıştı.

Bunlar nasıl sözler yahu, dedi yavaşça.

Bilmiyorum, diye devam etti Ziya; elimde değil, bazen işte böyle üzerimde bir işaret olduğunu, her türlü musibetin de bu işaret aracılığıyla gelip beni bulduğunu düşünüyorum. Belki insan gözüyle görülemeyecek kadar ince bir işarettir bu ve az evvel dediğim gibi, belki de bir çeşit ışığa yahut gölgeye benziyordur.” (172-173)

İnsanların, büyük bir belirsizliğin kurbanı olduğu için acı çektiğini belirten Jung, bireyin, bilinçdışı korkusundan kaynaklanan ölümcül bir zayıflık içinde bulunduğu için, özenle kurduğu mantıkla ona doğru başka bir kaynaktan ansızın akanı birbirinden ayırt edemediğini belirtir. Başlangıçta her şeyin üstüne yığıldığını, her şeyin onun başına geldiğini düşünen kişi, ancak çok büyük bir çaba harcadıktan sonra kendisine özgür bir alan yaratmayı başarır. Bunu başardıktan sonra da baştan beri ona verilmiş olan ve ne kadar isterse istesin yok edemediği içgüdüsel köküyle (Jung, 2008: 270-271) yüz yüze kaldığının bilincine varır. Bu durum, tüm olumsuzlukların kendisini bulduğunu söyleyen Ziya’nın, henüz kendisine yardım edecek içgüdüsel kaynak olan Kenan’ın bilincine varmadığını gösterir. Ziya, kent hayatının kalabalığında karısını ve doğmamış oğlunu kurban verdikten sonra Yazıköy’le temsil edilen bir özgür alanı yaratacak ve bu alan içinde içgüdüsel köküyle yüzleşecektir.

Acemilik devresinin bitiminde çekilen kura sonucunda, Kenan ve Ziya aynı yerde askerlik yapacaklarını öğrenir. Bu da gölgenin, ışığı takip etmeye devam ettiğini gösterir:

“Ziya’nın çektiği kâğıtta da Urfa yazıyordu. Onun peşinden çavuşun tuttuğu siyah torbaya Kenan da elini sokup çıkardı sonra, kâğıdı okudu ve hemen Ziya’ya dönerek, bak ben de Urfa’yı çektim, dedi tuhaf bir sevinçle.”(175)

Kura çekiminden sonra Urfa’ya gidip Viranşehir’e vardıklarında Ziya daktilo kullanmayı bildiği için taburda daktilo yazıcısı olarak kalır; ancak bu durum, sınırda askerlik yapmaktan kurtulduğu için sevinen Ziya’nın, onu içsel yolculuğuna götürecek ara noktadan/gölgesinden uzaklaşmasına neden olur. Gün boyu daktiloda yazı yazıp akşam olunca yemekhanede karşısına oturduğu Kenan’ın yüzüne mahcup mahcup bakan Ziya, ona haksızlık ettiğini düşünür. Öyle ki “bu mahcubiyet yüzünden elini kolunu nasıl tutacağını, gözlerini nereye çevireceğini ve o anda ne söyleyeceğini” (182) bilemez. Ertesi gün daktilosunun başındayken içeriye giren çavuşun ona yaşını sorması ve Ziya’nın bu soruya “yirmi buçuk” diye cevap vermesi, çavuşun kahkahalarla gülmesine neden olur. Daktilo yazıcılığının bu nedenle son bulması üzerine Ziya, “sınıra”, yani gölgesi Kenan’ın yanına döner (184). Her şey yolundayken uzaklaştığı Kenan’ın, çekilen acıların eşiğinde bitmesi, bilinçdışı dünyaya ulaşarak gerçekleştirilecek olan bireyleşme yolculuğunun dikenli ve taşlı yollardan geçmeyi (Eliade, 1992: 38) gerektirdiğini anlatır.

Taburda kalma hakkını kaybeden ve Kenan’la birlikte sınırda askerlik yapmak üzere Ceylanpınar’a hareket eden Ziya, Ceylanpınar’ın girişindeki virajı dönerlerken bir tabelada “KATİL BELİK” yazısını görür (186). Katil Belik, bir komutan adı olmakla birlikte “katil benlik”in ifadesidir. Bu durum, içgüdüsel kaynağın farkında olmayan bilincin, merkezi ego’nun hâkimiyetine gönderme yapar.

Sınırda askerlik yapmaya başlayan Ziya’nın, yaşadığı kötü tecrübeleri unutmak adına Resul’ün hazırladığı karışımdan içerek sarhoş olması ve günlerinin ağırlığını bu şekilde unutmaya çalışması, bilinçdışının görünür hâle geldiği anları; kısaca bilincin karşıtlık olarak algıladığı şeyi, bilinçdışının bütünleştirdiğini ifade eder. Değişik içkilerle dolu kadehleri içtikten sonra yeni bir bilinç sürecine girdiğini, Jung da “ne içerisi ne dışarısı ne ben ne başkaları ne 1 no ve 2 no ne özlem ne de çekingenlik kalmış, yeryüzü ve gökyüzü, dünya ve onun içinde sürünen, uçan, dönen, yükselen ya da düşen ne varsa bir bütüne dönüşmüştü.” (Jung, 2008: 72-73) sözleriyle desteklemektedir.

Ziya’nın “meret” adını verdiği karışımın, “kolonya, limontuzu ve su” (215-216) gibi uçucu maddelerden oluşması, ölmüş kişinin ruhu anlamına gelen Geist ile ilintilidir. Geist sözcüğünün köpürüp kabarmak ve coşmakla olan ilintisi, onun alkolle ilişkilendirilmesine zemin hazırlar. İncecik, uçucu, aktif ve canlandıran bir öz olarak tanımlanan Geist’intuz ruhu, amonyak ruhu, formik asit (Jung, 2009: 74) gibi uçucu maddelerle anlatılması, Ziya’nın içtiği karışımın bilinçdışıyla olan bağını ortaya koyar. O, bu karışımdan içtikçe kendinden geçer, sınırdaki tüm karşıtlıkları birleyerek bilinçdışı dünyaya yakınlaşır:

“Ziya hiç ara vermeden, aynı hızla meret içmeye devam ediyordu tabii. Keçeleşmiş bir suratla gecenin geç saatlerinde yalpalaya yalpalaya gidip koğuşa yattığında da, başını yastığa koyar koymaz sızıyordu. Sınırdaki mevzi çukurları, tel örgüler, gözetleme kuleleri, demiryolu boyunca uzanan mayınlı saha, geceler, karakollar ve bunların üzerinde gezinen seslerle sessizlikler geride kalıyordu böylece. Telhamut’taki o dokuz kerpiç evin yanı sıra içinde bulunduğu koğuş da geride kalıyordu hatta ve Ziya dünyadan ayrılarak, tıpkı nehirde yüzen bir yaprak gibi, kolonya kokularından oluşan ekşimtırak bir âlemin derinliklerine

doğru uzaklaşıp gidiyordu.”(246)

Kenan da bazen ona katılarak bu karışımdan içer ve içtikçe köyünün güzelliklerini hatırlar (223). Bu, bilincin yerini, Yazıköy’ün temsil ettiği bilinçdışına bıraktığını ifade eder.

Ziya, askerliğin bitiminden otuz yıl sonra Kenan’ın anlata anlata bitiremediği Yazıköy’deki bağ evine yerleşir. Ona hoş geldin demek için “güneşin bir mızrak boyu yükselmesini’ (99) bekleyen Kenan, yıllar sonra ayrıldığı ışığına kavuşmuştur. Çünkü gölge, topluma uyum sağlama adına bastırılan, kalabalıklar içinde karanlık hale getirilen bir figürdür. Ziya’nın, kentin kalabalığında uzaklaştığı, ancak otuz yıl sonra yeniden buluştuğu gölgesi, Yazıköy’ün kapısında karşılar onu. Bu durum, gölgenin bilinçdışına yapılan yolculukta bireyin tanışması gereken ilk arketip olduğunu gösterir. Rûh’un Rûh’a doğru yaptığı bu yolculukta Ziya’nın içsel yolculuğunu gerçekleştirmek adına yerleşmeye karar verdiği ve sarhoş şekilde geldiği Yazıköy (99), böylelikle bir coğrafya olmanın ötesine geçerek bilinçdışı dünyanın sembolü olur.

Bireyleşme yolculuğunda tanınması gereken ilk figür olan gölge, toplumsal yaşamın kısıtlayıcılığı içinde olumsuz nitelikler sergilerken, kişinin kendisiyle baş başa kaldığı zamanlarda özgürleşerek, bütüncül şekilde kendini ifade etme olanağı bulur. Kalabalıkların içinde karanlıklaşan, bu nedenle de genellikle “esmer tenli” (Jung, 1997: 234) olarak figürleşen gölge, bireyin içgörüsünü sağlamak, bilinçdışı dünyayı ona tanıtmak gibi olumlu özellikler barındırır. Gölge’nin, bilinçdışını temsil eden içsel ışık âleminin kapısında beklemesi, bireyin ruhsal bütünleşmesi adına vazgeçilmez işlevini ortaya koyar. Kenan’ın, Yazıköy’e geldikten hemen sonra annesinin epeyce hazırlık yaptığını ve onu alıp mutlaka köye götürmek istediğini söylemesi, yukarıda değinilen olumlu işlevi gözler önüne serer. Ancak Ziya bunu kabul etmeyince Kenan “telaşlı adımlarla omçaların arasından çıkar, düzlükteki toprak yola iner ve o kara kuru haliyle tıpkı bir gölge gibi güneşin içinde incele incele’ (107) kaybolur.

Köyü gezmek yerine Kenan’la ormanda yürüyüş yapmak isteyen Ziya, doğanın içinde gökyüzüne daha yakın olduğunu hisseder. Yazıköy’ün anlattığı kadar güzel bir yer olduğunu söyleyerek ona teşekkür eder (110-111). Bu durum, Jung’un “Philemon” adını verdiği ve yaşlı bilge arketipinden doğduğunu söylediği üst düzeyde sezgiyi simgeleyen figürün (Jung, 2008: 151) Kenan’la özdeşleştiğini gösterir. Dolayısıyla, Kenan bilinçle algılanan dünyanın içinde karanlık bir gölge iken, bilinçdışı dünyada yaşlı bilge arketipinin işlevini üstlenerek Ziya’nın içsel yolculuğundaki rehbere dönüşür.

Ziya, toprak yolun kenarındaki kavaklara, ağıllara, bağ evinden ve köyün bir bölümünden oluşan manzaraya bakarak bu sessizlik ve sadelik karşısında eşsiz bir huzur hisseder. Eliyle yarım bir daire çizerek, hayatın karmaşasıyla uğraşmaktan bıktığını; “bir artı bir, eşittir iki sadeliğinde yaşamak’ (119-120) istediğini söyler. Bu durum, Ziya’nın hayatının geri kalanını bilinçdışına adadığını ve bireyleşme yolculuğunun ikinci yarısı olan diğer yarım daireyi tamamlamaya karar verdiğini gösterir. Doğa karşısında Ziya’nın eliyle çizdiği yarım daireyi tamamlayacak olansa, Yazıköy’de bulunan bilinçdışı figürlerin, Kenan yardımıyla tanınmasıdır.

Kenan’ın bir ağabey, dayı ve yeğen olmaktan çok bir “oğul” olarak yaşadığı Yazıköy, Philemon’un “anneyle ilintili bilinçdışının oğlu” (Jung, 2008: 187) olmasından kaynaklanır. Ziya, Yazıköy’de ilk olarak Kenan’ın annesi Cevriye Hanım’la tanışır. Anne arketipini temsil eden Cevriye Hanım’ın, Ziya ve Kenan’a uzun uzun baktıktan sonra onların kaderlerinin birbirine tıpatıp benzediğini söylemesi, Kenan ve Ziya’nın ayrılmaz bir bütünün parçaları olduklarını; gölge ve ışığın zıtlıklarına rağmen birbirlerini tamamladıklarını gösterir:

“Sizin kaderleriniz, nasıl desem, aynı amaçla, aynı saflıkla yahut aynı dalgınlıkla bir defterin aynı sayfasına yazılmış gibi duruyor. Bir bakıma, ikiniz de bu dünyaya aynı şeyleri yaşamak için gelmişsiniz sanki. Bakın ben sayayım; askerliğinizi aynı yerde aynı tarihler arasında yapıyorsunuz, sonra ikiniz de bir şekilde karılarınızı kaybediyorsunuz ve ikiniz de bir daha evlenmiyorsunuz. Ayrıca, yaşadığınız evliliklerden ikinizin de çocuğu yok. Sonra bütün bunlara ilaveten, aradan onca yıl geçmesine rağmen işte şimdi ikiniz de burada, aynı köyde yaşıyorsunuz.” ( 127-128)

Ziya’yı bilinçdışı dünyasının içinde dolaştıran Kenan, onu annesinden sonra diğer bilinçdışı figürlerle tek tek tanıştırır. Bu figürler içerisinde yaşlı bilge arketipini temsil eden Hulki Dede’nin Kenan’a suratını ekşiterek bakması ve onun varlığından rahatsız olması (137-138), Ziya’nın düşük düzeydeki bir parçası olan gölgenin bilinçle başa çıkamadıkları için bilinçdışında karşıtlık yaratmaya çalışmalarından kaynaklanır. Yeri geldiğinde oldukça bağımsız bir hizip oluşturan gölge (Jung, 2009: 13), Körükçü Kâzım aracılığıyla bu karşıtlığı yaratır. Ancak unutulmaması gereken, kurtuluşun uyarıcı düşler yoluyla bilinçdışı dürtülerin bilinçli bir duruma getirilerek sağlanacağıdır. Bu ise bilinçdışı etkilerle karşılaşmak için istekle hareket eden gölge (Jung, 2008: 201) aracılığıyla gerçekleştirilir.Uyum için karşıtlıkların gerekliliğini anlatan bu durum, Kenan’ın Körükçü Kâzım tarafından bıçaklanmasıyla anlam kazanır.

Körükçü Kâzım’ın Kenan’ı Aynalı Kahve’de bıçaklaması, tasavvufta da son derece önemli bir sembol olan “ayna”nın, zıtlıkları birleyen (Korkmaz, 2003: 34) yönünü vurgular. Bu durum, bütünleşmenin, bilinçdışı dünyada yaşanan bir çatışma sonucunda gerçekleştiğine işaret eder. Roman boyunca olgun bir figür olarak tanıtılan Kenan’ın Körükçü Kâzım karşısında ruh hâlinin değişmesi, saldırgan bir tavır takınarak “gözlerinden kucak kucak ateş fışkırması” (299) da aynı gerçeğin özetidir. Gölge’nin bilince yükselmesi, karşıtlıklardan doğan bir gerginliğe neden olur. Gerginliğin çözümü, karşıtların yüz yüze gelmesine (Jung, 2008: 266) bağlıdır. Arketiplerin iki farklı yüzle kişinin karşısına çıkarak birbirine karşıt etkiler üretmeleri, onlara karşı savunma mekânizması geliştirmeyi gerekli kılar. Bu anlamda tek savunma aracı, bilinçdışı içeriklerin birey tarafından bütünleştirilmesidir. Bilinçdışı figürleri bütünleştirmek, yüksek bir ahlâksal sorumluluk ve büyük bir çaba (Fordham, 1996: 157) gerektirir. Derin bir maneviyata sahip olan Ziya’nın bu çabayı gerçekleştirecek nadir insanlardan oluşu, bireyleşme sürecini başarıyla tamamlayacağına işaret eder.

Kenan’ın bıçaklanma haberini kendisinden başka kimsenin göremediği o meçhul karaltıyı izlerken öğrenen Ziya, karaltıyla temsil edilen merkeze son derece yakınlaşmıştır artık. Bu yakınlık, dayısının bıçaklandığını haber veren Besim’in, bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun içinden çıkıp gelmesiyle anlatılmaya çalışılır. Gökten inen ve ışığı geçiren saydam bir madde olan yağmur, insanlar için faydalı ve ruhsal bütünlüklerini sağlayıcı (Salt, 2010: 349) bir etkiye sahiptir. Kısaca yağmurun yağması, bilinçle bilinçdışının uzlaşmaya başladığı (Jung, 2008: 150) ruhsal uyanış ânına işaret eder:

“Dağların alnında patlayan şimşekler o maviye çalan keskin parıltılarıyla onun içini de aydınlatıyordu böylece. Hatta yağmurlar şakır şakır onun içine yağıyor, sisler onun içine çöküyor, gök onun içinde yarılıyor ve bütün bunlar- olup biterken de teniyle birlikte göz¬lerinden, burnundan ve ağzından mis gibi toprak ve taş kokuları fışkırıyordu.”(283)

Kenan’ın sağ bacağından bıçaklanması önemlidir. Çünkü “sağ” bilincin, “sol” ise bilinçdışının (Jung, 1997: 236) göstergesidir. Bir yanıyla bilince, öbür yanıyla da bilinçdışına ait olan Kenan’ın ölmesi, bilince ait yönlerinin yok edilerek bilinçdışı dünyadaki yaşlı bilge arketipiyle bütünleştiğini gösterir. Bu bütünleşme Ziya’nın, onun üzerine sadece üç kez toprak atabilmesiyle (291) de ifade edilmeye çalışılır.

 

Kenan’ın ölmeden önce yüzünün günden güne Cevval Dayı’nınkine benzer biçimde beyazlaşmaya başlaması (289), Jung’un çocukluğunda tanıştığı gölgenin zamanla yaşlı bilgeye dönüşmesi (Jung, 2008: 187) gibi Kenan da Cevval Dayı’da erir. Çünkü gölge yok olup gitmez; bilinçdışı figürlerden birinde yansıma olarak yaşamaya (Jung, 2009: 132) devam eder. Cevval Dayı’ya Kenan’ın öldüğünün söylenmemesine rağmen, yanağından süzülen iki damla gözyaşıyla bunu anladığını göstermesi (293) söz konusu durumu açıklar.

Kenan’ın bıçaklanmasıyla başlayan yağmurların, ölümüyle yerini bembeyaz yağan karlara bırakması ve Yazıköy’de her yerin Cevval Dayı’nın yüzü gibi beyaza bürünmesi (290), bilinçle bilinçdışının uyum içine girdikten sonraki süreç olan bütünleşme ânını ifade eder. Karanlıkta kalanın aydınlığa alındığı bu süreç (Jung, 2009: 13), Ziya’nın ışıkla temsil edilen bilincini gölgesine yansıtmasıyla gerçekleştirilir.

1.2.Anima/Animus arketipi:

Biyolojik bir gerçeklik olan çift cinsellikte azınlıkta kalan genlerin birleşerek oluşturdukları karşıt kişilikler, bilinçdışında yaşamaya (Jung, 2008: 286) devam ederler. Jung’un terminolojisinde, erkeğin bilinçdışı dişi doğası “anima” adını alırken; kadının bilinçdışı erkek doğası ise “animus” adını alır. Kendilerini daha çok düş ve fantezilerde gösteren anima ve animus (Jung, 2008: 153), gölgeye bilincin yansımasıyla görünür hâle gelir. Erkeğin ve kadının tek bedende birlikte var olduğu fikrine mitolojide de sık rastlanır (Jung, 2010: 28).

Cinsiyetler arası karşıtlığın giderilmesi, bireyleşme sürecinin aşamalarından biridir. Bireyin anima/animus ile karşılaşması, bilinç ve bilinçdışı arasındaki bağın kurulmasını sağlar. Ziya, animayla ilk olarak romanın “Anahtar” başlıklı birinci bölümünde gördüğü kolektif rüya aracılığıyla tanışır. Elindeki anahtar, bilinçdışı dünyanın kapısını aralayan “rüyalar”dır.

Asansörle on dokuzuncu kata çıkıp doksan bir numaralı dairenin kapısını çalan Ziya’ya kapıyı açan, Binnaz Hanım’ın hizmetçisidir. Hizmetçinin ilk anda ela gözlerine vurgu yapılması, onun dişil yönünün öne çıkarıldığını gösterir. Bu durum her erkeğin içinde bulunan dişil imge “anima”nın hizmetçi ile temsil edildiğini gösterir. Dolayısıyla, “öbür taraf anlamına gelen anima, bilinç eşiğinin altında, yani bilinçdışı akılda gizlenmiş kadın azınlığın temsilcisi” (Jung, 2010: 40) konumundadır. Aynı anda hem çok sert hem de çok yumuşak görünerek değişik yüz ifadeleriyle bireyin karşısına çıkan anima, bir yanıyla oynak, ölçüsüz, keyfi, kontrolsüz, duygusal, insafsız, şirret, yalancı (Jung, 2009: 56); bir yanıyla da iyi ve soylu tanrıçalara benzer (Fordham, 1996: 67) kişiliği ile dikkat çeker.

Ziya’nın teslim etmek istediği anahtarı alma yetkisinin olmadığını belirten hizmetçinin “tepeden bakan soğuk ses”i (12), animanın olumsuz yönünü; ikramda bulunduktan sonra Ziya’ya abartılı bir şekilde gülümseyişi ise cezbedici, çeldirici yönünü yansıtır. Çünkü arkasında uzun yılları kapsayan deneyimleri biriktirmekle birlikte her zaman genç olan anima (Fordham, 1996: 66¬67), baştan çıkarıcı, kurnaz ve aldatıcıdır:

“Bir çift kırmızı gül yaprağına benzeyen ağzı, ıslak bir hızla genişledi daha doğru¬su. Aynı zamanda Ziya’nın gözleri önünde şehvetle açılıp kapandı. Sonra hiç vakit kaybetmeden, ortalığa saçtığı hoş kokularla birlikte koltukların arasından geçerek adeta keklik gibi seke seke gidip Binnaz Hanım’ın kahvesini de verdi bu hizmetçi. Onun karşısında aklı çeşitli çılgınlıklarla dolu fettan bir kıza dönüştü de aniden kırıttı hatta, kalçalarını sağa sola oynatarak eğildi ve kaşlarının altından muzip bir ifadeyle Binnaz Hanım’ın gözlerine doğru baktı. Hem de öyle canlı baktı ki, Binnaz Hanım o sırada fincanı tepsiden değil, uzanıp onun bakışlarının içinden alıyormuş gibi oldu. Sonra, elindeki tepsiyi sehpaya bırakıp alnına dökülen siyah kâkülleri düzelte düzelte Binnaz Hanım’ın yanındaki koltuğa oturdu bu hizmetçi. Oturur oturmaz da hafifçe içini çekti.”(16-17)

 

 

Bilinçdışı bütünlüğü temsil eden Binnaz Hanım’ın kahveyi hizmetçinin gözlerinin içinden alması (17), animanın bilinç ve bilinçdışı arasındaki bağı sağlamasından kaynaklanır. Aninanın en önemli işlevi, bilinçdışı imgeleri bilince taşımaktır (Jung, 2008: 154). Bu yönüyle bireyin ruhsal bütünleşmesine büyük oranda hizmet etmesi, animanın romanda neden “hizmetçi” kimliğiyle kişileştiğinin cevabını verir.

Ziya, kahvesini içtikten sonra anahtarı verip gitmek istese de vücudunda kalkmasına engel olan, hazzın ve uykunun verdiği sihre benzeyen bir ağırlık hisseder. Binnaz Hanım ve hizmetçisine doğru baktığında bulundukları yerin incecik bir dumanla kaplandığını, dumanın canlı bir varlık gibi eğilip bükülerek titrek teller hâlinde tüttüğünü, gölgesinin ise duvarlarda gezindiğini (17-18) görür. Bu durum, gölgenin hemen ardında, muazzam bir büyü ve etki gücüne sahip olan animanın durduğunu (Jung, 2009: 135) gösterir. Animayla karşılaşan Ziya, “büyülü bir düşün tutsağı haline geldiğini ve dünyayı ancak sisler ardından görebildiğini’ (Jung, 2009: 112) anlatır.

Ziya’nın gördüğü güvercinin camları kırarak içeriye girmesi; “avizelerin etrafında daireler çizerek, anlaşılmaz bir hışımla dönüp dönüp salonun köşesindeki duman kütlesine saldır”ması, dumanların içinde kaybolan Binnaz Hanım’ı ve hizmetçisini görünür hale getirir (19-20). Ziya’ya yusyuvarlak gözlerle bakan ve avizenin etrafında daireler çizen güvercinin, apartmanın içinde ve dışında yer alması, ‘bütüncül benlik’in, hem bilinci hem de bilinçdışını çevreleyen bir çember (Fordham, 1996: 80-81) olduğunu gösterir.

Güvercini yakalamak için salonun içinde koşan hizmetçinin, kuşun birdenbire kaybolmasıyla gövdesinde geniş bir boşluk oluşması ve “iki elini havaya kaldırarak” ancak birkaç adım atabilmesi (20-21), insan varlığının beden, duble (astral), kişisel ruh-can (soul), kalp, ruhsal zekâ, kudret, gölge ve isimden meydana geldiğine inanılan Eski Mısır’da “KA” olarak adlandırılan astral ruhun hiyeroglif yazıdaki gösterilme işaretine (Budge, 2001: 149-150) vurgu yapar.

Eski Mısır’da “kralın ka”sı, kralın, dünyadaki bedenlenmiş ruhudur (Jung, 2008: 152). Ölüm ânında ise bedeni, insan başlı bir kuş olarak terk eder. Ziya’nın henüz küçük bir çocukken izlediği düğünde zeybek oynayan gençlerin hareketleri, söz konusu mitolojik anlatının yeniden canlandırılmasıdır âdeta:

“Kollarını kartal kanadı gibi açarak hem seyredenlerin gözünde hem de kendi hayallerinin göğünde heybetli bir şekilde uzun uzun süzüldüler oynarken; yere inip defalarca çömeldiler, toprağa defalarca diz vurdular ve diz darbeleri meçhul bir karanlığın içinde arzın derinliklerine doğru yankılanıp giderken birdenbire kalktılar, seke seke defalarca döndüler, gözlerini uzaklara dikerek bazen düşünceli düşünceli durdular, sonra kollarını açıp görünmeyen bir rüzgâr eşliğinde yine havalandılar ve yine yükseklerde uçan, perçemleri taranmış fiyakalı birer kartala dönüştüler.”(87-88)

 

 

Güvercini yakalamak için salonun içinde koşan hizmetçinin, kuşun birdenbire

kaybolmasıyla gövdesinde geniş bir boşluk oluşması (20-21), uçma özelliğinden dolayı ruh’un “kuş”la ilişkilendirildiğini gösterir. Ancak “bilinçdışı işlevlerin yardımcı doğasını vurgulayan” (Jung, 2009: 110) ve çoğu mitolojik anlatıda kahramana eşlik eden “kuş”un asıl görevi, zor durumda kalan kahramanın çaresizliğini görüp ona yardımcı olacak bilgiyi (Jung, 2009: 90)sağlamaktır. Bu durum, yaşlı bilge arketipinin ,oldukça genç bir figür olan animanın içinde

gizlendiği (Jung, 2009: 135-136) düşüncesini yansıtır.

Binnaz Hanım, kiracılarına ait bilgileri dosyalayıp bir köşede itina ile sakladığını söyleyerek insanoğlunun deneyimlerinin bilinçdışında depolandığını anlatmaya çalışır. Çok yaşlı olduğu için bu işi tek başına yapamadığını ve hizmetçisinin kendisine yardım ettiğini söylemesi, animanın bilinçdışı verileri, bilince taşıma işlevini bir kez daha vurgular:

“Benden başka onları yavru ceylanım görüyor sadece. O da bana yardım ettiği için görüyor ve henüz genç ve tecrübesiz olduğundan mıdır nedir, her defasında şaşırıyor. Kibar kibar gezinip duran güleç yüzlü adamların, herkese göz yaşartıcı bir sevgiyle yaklaşan hanım hanımcık teyzelerin, namus ve ahlâk söz konusu olduğu vakit mangalda kül bırakmayan bazı insanların, bazı çıtkırıldım gençlerin ya da yaralı bir kedi görünce gözyaşlarını tutamayan sevimli ve yufka yürekli amcaların ne tür dolaplar çevirdiğini öğrenmek çok fena sarsıyor onu. Sarsmak ne kelime, bunlar onun aklını ve ruhunu tamamen altüst ediyor.” (47)

Binnaz Hanım, bu sözleriyle animanın gençliğine vurgu yaptığı gibi kent hayatı içinde gölgelerini maskeleyerek yaşayan insanlara da değinir. Bilinç katmanında ortaya çıkmasına izin verilmeyen kirli eylemlerin yok olmadığını, bilinçdışında birike birike bir ahır haline geldiğini anlatmaya çalışan Binnaz Hanım, “Doğadan ve insanın içinde barındığı ahırdan haberleri olmayanların tümü kentsoylu” (Jung, 2008: 137) diyen Jung’un sözlerini onaylar.

Binnaz Hanım’ın yanından ayrılan Ziya’nın, “yüzünü kaldırıp kâküllerinin altından bakan ve hiç konuşmadan etrafa yaydığı hoş kokularla yanından geçen hizmetçiyi omzunda dosya dolu çantasıyla asansörden” (49-50) çıkarken görmesi, cezbedici animanın, bilinç ve bilinçdışı arasındaki bağın sembolü olan asansörü kullanarak aracılık görevini yerine getirdiğini gösterir.

Ziya, Jung’un deyişiyle, içindeki ahırın farkına varmasını sağlayacak Yazıköy’e yerleşir.

Doğayla iç içe yaşadığı bu yer, aslında onun bilinçdışı dünyasını ifade eder. İlk olarak rüyasında karşılaştığı ve hizmetçi olarak kişileşen animası, burada yerini annesinin talimatlarını karşılık vermeden yerine getiren Nefise’ye bırakır. Ziya’nın ağırlanacağı akşam Cevriye Hanım, Nefise’ye gelecek misafir için süslenmemesini tembihler:

“Eve misafir geliyor diye süslenmeye kalkma sakın, dedi ona gizli bir şey

söylüyormuş gibi hafifçe eğilerek; biliyorsun kızım, elmanın alı taş çağırır.

Süslenmedim ki ben, dedi Nefise.

 

Cevriye Hanım doğrulup sandalyesine yaslandı ve gözlerini dikkatle Nefise’nin üstünde gezdirdi.

Ne bileyim, dedi ardından da mahcup bir ifadeyle; sana bir an gelecek olanın gözüyle mi baktım ne?”(122)

C    evriye Hanım’ın Nefise’ye Ziya’nın gözleriyle bakması, anima’nın cezbedici ve baştan çıkarıcı yönünü vurgulamakla birlikte erkek psikolojisinde anima arketipinin, başlangıçta anne imgesiyle iç içe olmasından (Jung, 2009: 23) kaynaklanır. Dolayısıyla, “Annenin oğlan çocuk için anima imajının ilk taşıyıcısı olması” (Fordham, 1996: 70), anne arketipinin daima anima ile karışmasına ve erkeğin animasına son derece duygusal bakmasına (Jung, 2009: 32) neden olur.

Nefise’yi ilk gördüğünde kırk iki yıl önce vurduğu küçük kuşun bedenlenmiş haliyle karşılaşan Ziya (270), “zamanın dışındaymışçasına bakan” (21) bu kuşun bilinçdışı bir imge olduğunu böylelikle anlar:

“Kuşun çıplak ve nazlı bir dalgınlıktan ibaret olduğunu kırk iki yıl sonra, başka bir canlıya bakarken fark edecekti aslında. Fark edince de ister istemez zihnindeki hatıra yığınlarının arasından geçerek zamanın derinliklerine geri dönecek, çoktan toprağa karışmış olan şu otların üzerine dikilecek ve kuşa doğru, hiç kımıldamadan bir kez daha bakacaktı. Kuşu görmesi, ancak kırk yılı aşkın bir sürede tamamlanacaktı böylece.”(62-63)

Ziya’nın bu gerçeği Nefise aracılığıyla anlaması, bilinçdışı verileri bilince taşıyan animanın görevini gerçekleştirdiğine işaret eder. Aradan “kırk iki yıl” geçmesinin nedeni ise ruhsal gelişimin büyük bir “hazırlanma ve bekleme süresi’ (Schimmel, 2000: 274)sonrasında tamamlandığına işaret eder.

1.3.Anne arketipi

Anne arketipi, diğer arketipler gibi hem olumlu hem de olumsuz özelliklere sahiptir. Onun “bakıp büyüten, besleyen iyiliği, arzu dolu duygusallığı ve yeraltına özgü karanlığı”, aydınlık ve karanlığı aynı anda temsil ettiğini gösterir. Kişisel anne son derece olumlu özellikler sergilese de düşlerde onu cadı, canavar ya da benzeri olumsuz figürlerle özdeşleştiren çocuğun durumu, kişisel anneye arketipik özellikler yansıttığını (Jung, 2009: 22-23) gösterir.

Binnaz Hanım’ın, geçmişe döndüğü her fırsatta annesinin sessizliğiyle karşılaştığını söylemesi, bilinçdışı dünyaya ait olan anne arketipininin olumsuz yönünü imler. Ağzını sadece onları azarlamak için açan annesine her yaklaştığında derinliği olmayan karanlık bir uçurumun eşiğine gelen Binnaz Hanım (25-26), annenin rahmi içinde var olan iç yaşamın karanlık ve sıkıntılı sürecine (Jung, 1997: 194) gönderme yapar. Ancak bu süreç sıkıntılı ve karanlık olmakla birlikte, yeniden doğuşun gerçekleştiği ve karanlığın aydınlığa evrildiği süreci de kapsar.

Çocuk, kişisel anneyle bilinçdışı bir özdeşleşme içerisindedir. Bu durum, kişisel annenin, var olan özelliklerinin dışında arketipe ait özellikleri de yüklenmesine yol açar. Ancak, bilinçlenme yaşayan çocuğun yavaş yavaş kişisel anneden kopuşu, bilinçdışıyla bir zıtlaşma yaşamasına ve kişisel annenin kendisine atfedilen bilinçdışı etkilerin olağanüstü özelliklerinden arınarak dünyevileşmesine zemin hazırlar. Efsanevî özellikler ise kişisel anneye en yakın, genellikle de ondan daha büyük kişiye yansıtılır. Bu kişi hem bilgelik hem de cadılık özellikleri taşıyan “büyük analdır (Jung, 2009: 38).

Ziya, çocukken gerçekleştirdiği kuş vurma eylemi sonrasında “çenesi burnuna değen yaşlı bir kadın yüzü”yle karşılaşır. Nitekim, “cadı, bilinçdışının büyülü dünyasındaki olumsuz anne imgesi” konumundadır (Jung, 2009: 103). Bu durum, kişisel anneye yansıttığı fantastik özelliklerin son derece olumsuz ve ürkütücü olduğunu gösterir:

 

 

“Hemen oracıkta, sağ taraftaki avlu duvarının üstündeydi bu yüz, gözlerini kısmış, asma dallarıyla teneke saksıların arasından pürdikkat kendisine bakıyordu. Gölgeleriyle birlikte usul usul titreşen asma yaprakları da onun bakışlarının içindeydi sanki. Hatta asmanın gerisinde kalan evler, avlular, irili ufaklı ağaçlar ve telefon direkleri de oradaydı ve bu yüzden kadının gözleri hem kısık olmasına rağmen şiddetli bir şekilde parlıyor hem de neredeyse bir kasaba kadar geniş ve uğultulu görünüyordu.” (66)

Yaşlı kadının koca kasabayı içine alan özelliği, anne arketipinin geniş anlamda kent, ülke, gök, toprak gibi sembollerle (Jung, 2009: 21-22) anılmasından kaynaklanır. Ziya’nın olumsuz özellikler yüklediği bilinçdışı anne figürü, kişisel annesi Nurgül Hanım’da yerini olumlu özelliklere bırakır. Koşarak eve giden ve yatağına uzanarak ağlamaya başlayan Ziya’nın “mutfaktan gelen kap kaçak tıkırtıları” duyması, annenin besleyen ve doyuran yönünü ifade eder. Uyuduktan sonra Ziya’nın yanına gelerek yavaşça üzerini örten Nurgül Hanım’ın “Uyuyan insan çıplaktır evlâdım, böyle yatılır mı hiç” (67) şeklindeki şefkat dolu sözleri, anneye ait olumlu özelliklerin tamamının kişisel anneye yansıtıldığını gösterir. Bu durum, avluya çıkarak bir süre sokakta oynayan çocukları izleyen Nurgül Hanım’ın, onların kavgalarına müdahale ederken hepsi kendi çocuğuymuş gibi anneliğe özgü kalıplaşmış tavırlar sergileyişinde de görülür:

“Hırlaşan çocuklar da büsbütün zıvanadan çıktılar o sırada, birbirlerine hücum ederek tozun toprağın içinde alt alta, üst üste yuvarlanmaya başladılar.

Nurgül Hanım hemen eğilip onlara, ayrılın bakayım len, ayrılın bakayım, diye defalarca bağırdı ama sesini duyuramadı.

Eli kendiliğinden saksıdaki fesleğene uzandı sonra, büyükçe bir dal kopanp hızla fırlattı çocuklara doğru. Fırlatır fırlatmaz da bu yaptığı şeyin çok komik olduğunu düşündü ve ayağından çıkarıp bu sefer de terliğinin tekini fırlattı. Ne var ki bu da kâr etmedi, çocuklar tepelerinden uçarak iki üç adım öteye düşen terliğe dönüp bakmadılar bile; birbirlerinin yakasını bağrını yırtmaya, birbirlerini tırmalayıp yumruklamaya ve şurası duluktu, burası böğürdü demeden birbirlerini tekmelemeye devam ettiler.

Nurgül Hanım ne yapacağını şaşırdı bu manzara karşısında.” (70)

Bilincin algıladığı nesnel dünyaya ait tavırlarıyla dikkat çeken Nurgül Hanım’ın imgesel özellikler sergilemeyişi, Ziya’nın bunları bir başkasına yansıttığının göstergesidir. Bu kişi, Ziya uykudayken Nurgül Hanım’ın sohbet ettiği “Ebecik”tir. Kendisine ait olmayan çocukları dünyaya getiren; ancak bir o kadar da sahiplenen Ebecik’in, Nurgül Hanım’a anlattığı yaşanmış pek çok acı hikâye (70-78), bilinçle yaşanan acılara göğüs germenin, geçmişte yaşanan benzer deneyimlerin düşünülmesiyle mümkün olacağına işaret eder. Bu durum, bilincin, bilinçdışının sadece bir parçası olduğunu; yaşanılan pek çok olayın daha önce tekrar tekrar başkaları tarafından deneyimlendiğini (Jung, 1997: 237) gösterir. Anlattığı hikâyelerle deneyimlerin toplamından oluşan bilinçdışının bilince sızmasını sağlayan Ebecik, arketipik özelliklerin yansıtıldığı “Büyük Ana”yı temsil eden bilinçdışı annedir.

Ziya uyandıktan sonra yorganında bulduğu kuş tüyünü cebine koyar ve sessizce salondaki masanın kenarına oturur. Eve gelen babası, ondaki değişikliği hisseder. Ziya konuyu değiştirmek için annesine Ebecik’le konuşup konuşmadığını sorar. Nurgül Hanım Ebecik’le konuştuğunu; ancak uykudayken Ziya’nın bunu bilmesinin mümkün olmadığını söyler. Ona “uykusu delinmiştir” diye karşılık veren baba, uykunun, “inişleri çıkışları, iç içe geçmiş dönemeçleri, dehlizleri, kuyuları ve çeşitli basamakları” (82) ilekarmaşık bir yapıya sahip olduğunu söyleyerek bilinçdışının, bilince uyku aracılığıyla sızdığını anlatmaya çalışır. Hayatın, akıl gözenekleri geniş ve gevşek olanların ağzından konuştuğunu (83) sözlerine ekleyen baba, bilincin pek çok gerçeğin üzerini örttüğünü; bu gerçeğe bilinçleri henüz oluşmamış çocukların ve bilincini yitiren delilerin daha yakın olduğunu

anlatmaya çalışır. Nitekim Jung, “bilgelik ve delilik ayrılmaz iki sıkı fıkı dosttur.” der (1997: 47). “Uykunun delinen yerinden akıp gelen”(83) Ebecik’in de hemen her konuda bilgece sözler söylemesi, temsil ettiği arketipin, bilinçdışının tılsımlı bilgilerine sahip oluşundan ötürüdür. Bu noktada çocuğun yapması gereken şey, annenin bilge öğüdünü her koşulda dikkate almak (Jung, 2009: 32) ve dünyanın zıt güçler aracılığıyla var olduğunun farkına varmaktır.

Ziya’nın Yazıköy’e yerleştikten sonra tanıştığı Cevriye Hanım, bilinçdışı dünyaya ait anne arketipinin farklı şekildeki tezahürüdür. Son derece şefkatli bir kadın olan Cevriye Hanım’ın, Ziya’ya öz oğlu gibi sarılması annenin sevecen yönünü vurgularken, Kenan’la aralarındaki benzerliğe dikkat çekerek “onları derin bir gafletin içinden tutup çıkarırcasına, bilgiç bir tavırla üst üste başını sallaması” (127) ise bilge yönünü ortaya koyar. Ancak Cevriye Hanım’ın oğlu yerine koyduğu Ziya’yı Yazıköy’den kovmasının nedeni, rahmi temsil eden annenin içinde büyüyen meyvenin olgunlaştığına işaret eder. Yazıköy’ün rahminden yeniden doğan Ziya, karanlık ve sıkıntılı iç yaşamını sona erdirerek yeni bir varoluş sürecine geçer.

1.4.Yaşlı bilge arketipi:

Yaşlı bilge arketipi, çoğunlukla “ruh” faktörünü simgeler. Düşlerde rahip, öğretmen ya da büyükbaba gibi otorite sahibi kişilerce görünür hâle gelen bu arketip, insan dışında bir hayvan aracılığıyla da temsil edilir. Yaşlı bilge arketipi ne şekilde bedenlenirse bedenlensin, bireyleşme sürecindeki kişiye bilgi veren, tavsiyelerde bulunan, kendi imkânlarıyla yoluna ışık tutamayanlara ışık olan özelliğiyle dikkat çeker. Kişinin ruhsal yetersizliğini telafi eden “kişileştirilmiş düşünce”dir. Bu düşünce, bilinçdışı alanda kendiliğinden oluşan bilinçli düşüncelerin, ahlâki ve fiziksel güçlerin yoğunlaşmasıyla elde edilir. Düşüncelerin yoğunlaşarak ürettikleri üst bilgi, bilincin ürettiğinden çok daha üstün ve sihirli (Jung, 2009: 85-88) bir özelliğe sahiptir.

Binnaz Hanım’ın, henüz bir çocukken babasının ceketini almak için gittiği meyhanede yanına yaklaşan ve acısını paylaştığını söyleyen “şakakları kırlaşmış” garsonu, hayatının sonlarına doğru “şefkat yumağına” dönüşen ihtiyarlara benzetmesi, garsonun yaşlı bilge arketipinin romandaki ilk bedenlenmiş hâli olduğunu gösterir:

“Gövdeleri günden güne genişleyen büyük bir hareketsizliğin içinde hareket ettiği için, hayat bir hayli yavaş akar onların gözünde. (…) Ağlamaya başlayınca, kapalı olan göz gözenekleri de açılıyordur hiç kuşkusuz ve ihtiyarların içindeki hatıra dağlarının dorukları aydınlanıyordur yavaşça. Sonra tutup biraz da bu doruklara bakarak ağlıyorlardır belki, (…)” (33-34)

Bu sözleriyle aynı zamanda yaşlı bilge arketipinin tanımını yapmış olan Binnaz Hanım, onun yüzyılların deneyimiyle hareket eden iyi niyetli ve mütevazı özelliğine vurgu yapar. Ağladıkça “kapalı olan göz gözeneklerinin açılması” ise her gözün göremediği gerçeğe ve üstün bilgiye sahip oluşunu anlatır. Çünkü “gerçeği görebilme yeteneği, bireysel olmayan bir algılamayla gören gözlerin arkasındaki”gözlerdir (Jung, 2008: 55). Akıllılık, bilgelik ve idrakin yanı sıra, ahlakî özelliklere de sahip olan yaşlı bilgenin yardımseverliği, kişinin zor durumda kaldığı anlarda ona sağladığı kutsal bilgiyle kendini gösterir. Kişiye “neden, nereden, nereye” gibi sorular sorarak onun kendine dönük düşünmesini, böylece bir üst bilgiye ulaşmasını sağlar. Elde edilen bilgi, karşıtları birleyecek ve bütünleşmeyi sağlayacak en önemli güçtür.

Babasının ölümünden sonra oldukça kötü yıllar geçiren Binnaz Hanım, Ercüment Şahiner adlı kişinin tavsiyeleriyle hayatına yön verir. Onun, biriktirdiği parayı toprağa yatırmasını söylemesi üzerine şehrin dışında bir arsa alan Binnaz Hanım, “şehir denilen karmaşa yumağı”nın kısa sürede arazinin yakınına gelmesiyle apartman sahibi olur (41). Binnaz Hanım’a tavsiyede bulunan Ercümend Şahiner’in muhterem, “şerefli, itibarlı ve haysiyetli” gibi anlamlara gelen adı ve bir kuş türü olan soyadı onun, bireyleşme sürecinde zor durumda kalan kişiye bilgece öğütleriyle rehberlik eden yaşlı bilge olduğu gösterir. Olanlardan sonra Ercüment Şahiner’e teşekkür etmek isteyen Binnaz Hanım, onun tefecilere bulaşarak yazıhanesini terk ettiğini ve başının belâda olduğunu öğrenir. Kimileri de yazıhanesine gelen beyaz tenli incecik bir kadına âşık olup onunla kaçtığını söyler. Ancak Binnaz Hanım, Ercüment Bey’in aklı devre dışı bırakacak kadar akıllı olmadığını bildiği için buna inanmaz (42-43). Ercüment Şahiner’in “beyaz tenli incecik bir kadınla” kaçması, yaşlı bilgeye eşlik eden anima arketipine gönderme yapar. Çünkü bu iki arketip, iyi bir ikili (Jung, 2008: 150) oluştururlar.

Ziya’nın rüyasında garson ve emlâk komisyoncusu olarak kişileşen yaşlı bilge, Yazıköy’de Hulki Dede aracılığıyla temsil edilir. İlk olarak Aynalı Kahve’de karşılaştığı Hulki Dede, köylülerle birlikte çardağın gölgesinde oturmak yerine, güneşin altında elindeki asa ile toprağın yüzeyine bir şeyler çizmektedir. “Güzel huylu”, “ahlâklı” anlamına gelen “Hulki”, yaşlı bilge arketipinin son derece ahlâklı oluşuna gönderme yapar. Gölge yerine güneşin altında oturmayı tercih etmesi, onun “aydınlatıcı doğası” gereği güneşle özdeşleştirilmesinin (Jung, 2009: 93) sonucudur. Elinde bulundurduğu “asa” ise kolun uzamasını mümkün kılan ve iş görme gücünü arttıran (Salt, 2010: 48) bir semboldür. Hulki Dede’nin toprağın yüzeyine bir şeyler çizmekte olduğunu söyleyen Ziya, bu şekillerin mandala olduğunu düşünmemizi sağlar. Çünkü yaşlı bilge, mandalalar çizerek, bütünleşmenin sağlanacağı güvenli bir sığınak (Jung, 2009: 62) oluşturmayı amaçlar:

“(…) çardağın gölgesi dışında tek başına oturan ve elindeki asanın ucuyla toprağın yüzüne bir şeyler çizip duran hırpani kılıklı ihtiyara baktı. Kendisine bakıldığını hissetmiş gibi, ihtiyar da aniden başını çevirip sakallarının gerisinden ona baktı o sırada. Sonra ayağının birini uzatıp yerdeki çizgileri sildi ayakkabısının burnuyla, yüzünü üstünkörü şöyle bir sıvazladı ve başını göğsüne düşürerek güneşin altında uyumaya başladı. Üstü başı dökülüyormuş gibi görünen dağınık ve yaşlı bir uykunun içinde sessizce kayboldu daha doğrusu.” (137)

Hulki Dede’nin uykusundan uyanıp bileğinden kavradığı Ziya’nın gözlerine kenetlenircesine bakması ve “başın bunaldığında bul beni, oturup yârenlik edelim” (137) demesi, onun zor zamanlarda ortaya çıktığını ve ruhsal bütünlüğe ulaşmak için gerekli olan kutsal bilgiye sahip olduğunu gösterir.

Kendisine suratını ekşiterek bakan ve varlığından rahatsız olduğunu gösteren Hulki Dede’nin, köyün en tuhaf insanı olduğunu söyleyen Kenan, onun kendinden geçmiş bir halde habire dünyayı seyrettiğini, saçma gibi görünen sözlerinin akıl süzgecinden geçirildikten sonra son derece değerli bilgilere dönüştüğünü söyler:

“(…) sen şehir insanısın, bu sebeple dişlerin zamanla körelir burada.

Ziya bir şey demeden, sessizce baktı.

Çünkü, diye devam etti ihtiyar; insanoğlu dişlerini kendi benzerinde biler. Ben bunu bilir, bunu söylerim.” (138)

Hulki Dede’nin Ziya’ya söylediği bu sözler, şehrin bilinci, doğanın ise bilinçdışını temsil ettiği düşünüldüğünde son derece anlam kazanır. Bilinçdışının yıkıcı etkilerinden korunmanın tek yolu, düşlerdeki imgeleri görünür hale getirmektir. Gerçekleştirildiğinde bütünleşmenin sağlandığı bu durum, gerçekleştirilmediğinde kişilik bölünmelerine (Jung, 2008: 147) yol açar. Bilinç ve bilinçdışının uyum için çatışması gerektiğini anlatmaya çalışan Hulki Dede’nin, Kenan’ın varlığından rahatsız olması ise, gölge arketipinin kendisini göstermeye çalışırken bilinçdışı dünyada yaratmaya çalıştığı karmaşadan kaynaklanır. Çünkü gölge bağımsız hareket ederek kişiyi karşıtlıkların içine (Jung, 2009: 13) çeker. Yaşlı bilgenin diğer bir yansıması olan Cevval Dayı’nın da Kenan’a sert bakması (274), beyaz tenli oluşuna vurgu yapılan yaşlı bilgenin karanlığın temsili olan gölgeyle karşıtlığını ifade eder:

“Teninin rengi duvarların rengiyle eşitlenmişti adeta; bembeyazdı ve bu beyazlığın bazı yerlerinde içleri boşmuş gibi görünen, kabarık kabarık mavi damarlar vardı.”(274)

Cevval Dayı’ya giderlerken Ziya’nın Çınarlı Kahve’de köylülerin uzağında tek başına otururken gördüğü Hulki Dede, yine hırpani kılığıyla toprağın yüzeyine bir şeyler çizmekte ve bunu yaparken de başını “tatlı tatlı, bir sağa bir sola” hareket ettirmektedir (272). Çizdiği şeklin, bütünlüğü temsil eden “mandala” oluşu, baş hareketlerinin de söz konusu bütünlüğün yansıması olarak değerlendirilmesini gerektirir. Çünkü Jung’a göre sağ taraf bilinci, sol taraf ise bilinçdışını (1997: 236) temsil eder.

Kenan yanındayken Ziya’ya yaklaşmayan Hulki Dede, dönüş yolunda, onu yalnız görür ve kendisiyle yarenlik etmek istediğini söyler. Bu durum, bütünlüğe ulaştıracak gizli bilgiyi elinde bulunduran yaşlı bilgenin, uyum adına çatışma yaratan gölgeden uzak duruşudur. Köylülerin arasında konuşmak istemediği için bağ evine giden Hulki Dede, Numan’ın kendisine gelip Nefise meselesinde aracılık yapmasını isteyip istemediğini sorar. Bunu nereden bildiğini soran Ziya’ya Yazıköy’ün nokta kadar bir yer olduğunu, buradaki herkesin her şeyi anında duyduğunu söyler. Söz konusu durum, bilinçdışının bizi bizden daha iyi tanıdığının göstergesidir:

“Şaşacak bir şey yok ki yeğenim, dedi Hulki Dede yüzünü kaldırıp dağlara doğru bakarak; Yazıköy nokta kadarcık bir yer işte, burada herkes her şeyi anında duyar. Fakat, duymamış gibi yaparlar daima. Ayrıca, dünya dediğimiz şey bile hepi topu birkaç evlek yerdir, bakma sen öyle büyük göründüğüne. Katedemediğimiz o yüzlerce, binlerce kilometrelik mesafeler işte bu birkaç evleğin içindedir.”(276)

Kent hayatını bırakıp Yazıköy’e neden yerleştiğini soran Hulki Dede’ye şehrin gürültüsünden bıktığını; böyle güzel ve sesiz bir yere çekilerek hem kendisini hem de tabiatı dinlemek istediğini söyleyen Ziya (277), hayatının geri kalanını bilinçdışına adamıştır. Tabiatın insana bir şey söylemediğini, bizim onu bu yüzden işittiğimizi söyleyen Hulki Dede’nin bilgece sözü karşısında onun gerçekliğinden şüphe duyan Ziya’ya Yazıköy’de tuhaf gelen insanlardan biri Cevval Dayı, diğeri de Hulki Dede’dir. İkisinin ortak noktası, yaşlı bilge arketipini temsil etmeleridir. Hulki Dede de “Bu köy sana kendini inandırıcı gösterebilmek için inandırıcı olmayan birkaç şey kullanmıştır belki. Değil mi, her inancın kıyısında köşesinde bir miktar şüphe olmalı ki inanç kendi içinde manevra yapıp varlığını tamamlayabilsin. Yoksa ne kıymeti kalır ha?”(278) diyerek Yazıköy’ün bilinçdışı dünya olduğuna vurgu yapar.

Hulki Dede bunları söyledikten sonra sözü Numan’a getirerek onun aslında iyi bir genç olduğunu, Nefise’den vazgeçemediği için içindeki canavarla hesaplaşamadığını dile getirir. Hesaplaşmaktan kastının o canavarı öldürmek demek olmadığını; insanın içindeki canavarı öldürdüğünde çöle dönüşeceğini söyleyen Hulki Dede’nin (279) canavar diye bahsettiği şey, egonun kabullenmediği gölgedir. İnsanın amacı, içindeki bu canavarla yüzleşip onunla uyum sağlamak (Jung, 1997: 220) olmalıdır. Uyumun sağlanmasının koşulu kaderin işine burnumuzu fazla sokmamak (Jung, 2008: 238); her şeyi olduğu gibi kabullenmektir. Böyle bir durumda, yenilgi aynı zamanda zafer olur. Ziya’nın, eşi Kader’i ve oğlunu saldırıya kurban ettikten birkaç yıl sonra hayata karşı büyük bir öfke beslemesi, bu öfkenin rüzgârına kapılarak bayağı bir hayat yaşaması (115-116), tıpkı Numan gibi bilincin iradesini, gölgeye devrettiğini ifade eder. Ancak “acısını ziyan ettiğini” düşünerek yalpalama dönemine son vermesi ve zamana sığınması, eşinin adıyla da temsil edilen “Kader”ine boyun eğdiğini gösterir:

 

 

“Ne bileyim, bütün bunların arasında acımı ziyan ettiğimi düşündüm işte ve bu sebeple pek uzun sürmedi, o yalpalama dönemi çarçabuk sona erdi. Ben hayatın uzak ve yorucu bir köşesine hızla gidip gelmiş gibi oldum bir bakıma. Ardından da tuttum, zaman denen büyük silginin himmetine sığındım. Acımı içime gömmekten ve olup bitenleri kabul¬lenmekten başka çıkar yol bulamadım daha doğrusu. (116)

Kaderine razı gelerek yenilgiden zafer elde eden Ziya, Nefise konusunda aracı olması için yardım isteyen Numan ve Cabbar’a olumsuz yanıt verir. Onları uğurladıktan sonra Kenan’ın evine doğru yürür. Yol üzerinde karşılaştığı ve selâm verdiği “eli asalı iki ihtiyar” (269-270) da yaşlı bilge arketipinin kılık değiştirmiş halleridir. Kenan’ın evine vardığında Nefise’yle ilk kez karşılaşan Ziya’nın ne yapacağını bilemeden, kocaman gözlerle olduğu yere çakılması, onun duruşunda kırk iki yıl önce vurduğu kuşu görmesindendir:

“Oradaydı, gölgelerin, yaprakların yahut el büyüklüğündeki çeşitli şekillerin varlığına gire çıka onca mesafeyi aşıp gelmiş ve sonunda Nefise’ye dönüşmüştü sanki; çıplak ve nazlı bir dalgınlık halinde, öylece duruyordu. Zamanın dışındaymış gibi, şaşılası bir sükûnetle duruyordu üstelik. Zaman da hiç ona dokunmadan, dağlarla çevrili küçük bir köy halinde yanı başından akıp gidiyordu.”(270)

Nefise, “erkeğin bilinçdışı doğası” (Jung, 2008: 153), yani animasıdır. Onun duruşunda kırk iki yıl önce vurduğu kuşu görmesi, çoğunlukla bir hayvan, özellikle de “kuş” olarak şekillenen yaşlı bilge arketipininin, animanın içinde gizlenerek yaşamasına gönderme yapar. Bir Balkan masalında rastlanan “yaşlı adam tüm kuşların çarıdır” (Jung, 2009: 90)ifadesi, söz konusu durumu destekler.

Ne şekilde görünürse görünsün, bireyleşme sürecinde kişiyi bir an olsun yalnız bırakmayan yaşlı bilge arketipi, Ziya’yı sınırda askerlik yaptığı sırada da ziyaret eder. “Meret” denilen içkiden içip kendinden geçen Ziya’yı sarsarak uyandıran Resul, komutanın kendisini âcilen görmek istediğini söyler. Ziya dışarıya çıktığında bölük binasının önündeki sütunlardan birinin dibinde, urganla bağlanmış iri yarı bir adam görür. Sınırda bir kaçakçı yakaladığını söyleyen Komutan, Ziya’yı Mensur adlı bu adamın başında nöbet tutması için görevlendirir (246-248). Kaçakçı olmadığını, köyünden çıkıp bir başka köydeki düğüne giderken yanlışlıkla Telhamut’un ışıklarının izini sürerek buraya geldiğini söyleyen beyaz tenli bu adam, etrafındakilere acıyan gözlerle bakar. Başında nöbet tutmakla görevlendirilen Ziya, her ne kadar konuştuğu dili anlamasa da Mensur’la arkadaş olmayı başarır ve ona gizlice yemek verir (254). Mensur’un, Cevval Dayı gibi beyaz tenli oluşu, etrafındaki kalabalığa rağmen “iğne ucu gibi parlayan gözleriyle” komutana bakması, sınır ötesinden gelen bu adamın bilinçdışına ait bir figür olduğunu ve görünmeyeni gören özelliğiyle yaşlı bilge arketipini temsil ettiğini gösterir.

Terhis olduktan sonra Toros Ekspresine binen ve dirseğini camın kenarına koyarak uykuya dalan Ziya, ilginç bir rüya görür. Rüyasında yine trende, aynı koltukta oturmaktadır. Harran ovasının tel örgüleri, mayınlı sahası, gözetleme kuleleri ve tepelerdeki karakollarının yerini yemyeşil ağaçların almaya başlaması (257), bilincin ve bilinçdışının ara noktasında bulunan Ziya’nın doğayla temsil edilen bilinçdışına geçeceğini anlatır. Trenin, ormanın içinden geçerken aniden durması ve Ziya’nın yanında iki kondüktörle birlikte tren makinistinin belirmesi, yaşlı bilge arketipinin, bilinçdışı yolculukta kişiye rehberlik edecek yönüne vurgu yapar:

“Şapkasının kenarından görünen saçları bembeyazdı ve kulakları kepçe kadar büyüktü bu makinistin. Yüzü de her biri birbirinden derin çizgilerle doluydu.

Binlerce yıldır yaşıyormuş da onu ancak üniformasının varlığı canlı gösteriyormuş gibiydi o sırada.

 

 

Hadi buyurun, dedi bu makinist Ziya’nın karşına gelince; biz bu ücra yerde siz ineceksiniz diye durduk.

Ziya onun sözlerini yadırgamadı hiç, yerinden kalktı usulca. Makinist de ardı sıra yürüyerek kapıya kadar eşlik etti ona ve eğilip yeşile çalan gözleriyle arkasından uzun uzun baktı.

Yere atlayan Ziya demiryolundan uzaklaştı o bu şekilde bakarken, hızlı adımlarla ormanın derinliklerine doğru yürümeye başladı. (…) Meşeliği geçip ardıçlarla kaplı düzlüğe gelince de aşağıdaki toprak yolu, koyun ağıllarını, ağılların hizasındaki kavakları ve kavakların karşısına düşen bağ evini gördü.”(257-259)

Ziya’nın, doğanın içinde yürümesi, “müphem, şüpheli, karanlık ve tehlikeli olan bilinçdışı yolculuğa işaret eder. Son derece güvensiz olan bu yol, Tanrı adına gidilecek zorlu yolu” (Jung, 2009: 87) anlatır. Sınırdaki askerliğin ilk günü çantasını arayan ve kesilmiş saçlarını çöpe atmasını Ziya’ya emreden asker (149-150), yola çıkmadan önce bilinçle inşa edilen tüm kimliksel özelliklerden soyunmak gerektiğini anlatır. Yolculuğunu, rüyayı gördükten otuz yıl sonra Yazıköy’e gelerek gerçekleştiren Ziya’nın meşelikler ardında gördüğü bağ evi ise, ruhsal dönüşüm yaşamasını sağlayacak olan rahimdir. Ziya’nın, sınırda askerlik yaparken uzun uzun Suriye topraklarını, kimi zamanda bir “yılan” gibi kıvrılarak demir yolundan geçen Toros Ekspresini izlemesi, bütünleşme yolculuğu sonrasında yaşayacağı bu dönüşümü vurgular. Çünkü deri değiştirme özelliğinden dolayı yeniden doğuşun sembolü olan “yılan” (Campbell-Moyers, 2010:

70)  birçok efsanede kahramanla eşanlamlı (Jung, 2008: 150) olarak kullanılır.

Treni yöneten ve onun raylardan çıkmasına engel olan makinist ise, kahramanı hangi

yolların hedefe götürdüğünü bilen ve bunu ona gösteren yaşlı bilge arketipidir.

 

1.5.Canavar arketipi

Bireyleşme adına gerçekleştirilen yolculuğun oldukça uzun sürmesi ve büyük bir çabayı gerektirmesi, bilinçdışının iç karanlıklarına derece derece ulaşılmasından kaynaklanır. Birbirine benzemeyen pek çok ögeyi yan yana barındıran bu karmaşık evrenin (Jung, 1997: 30) anlaşılması, imgelerin kişiliklere büründüğü rüyalar aracılığıyla sağlanır.

Bilinçdışının sayısız arketiplerinden biri olan ve insanın içindeki üstün gücü ifade eden canavar arketipi, karanlığın en koyu yerinde yaşar. İnsanın amacı, içindeki bu canavarla yüzleşip onunla uyum sağlamaktır. Bunu yapmadığı sürece “vitaminden ve tuzdan yoksun yiyeceklerle beslenmeye benzer” (Jung, 1997: 226) bir yaşam sürer.

Binnaz Hanım’ın babasını bıçaklayarak öldüren “Matkap” lakaplı Macit Karakaş, “ses” yönü düşünüldüğünde kentin gürültüsünü temsil eder. Ancak “hindileri taklit edercesine kabara kabara yürümesi, sırtına etekleri topuklarına kadar inen siyah bir pardösü giymesi, herhangi bir yere oturunca da oturduğu yere bir türlü sığamayışı” (28), insanın içindeki üstün güç olan bilinçdışı canavarı temsil eder. Çünkü kahraman gibi canavar da erk yüklü (Jung, 1997: 226) bir merkezdir. Matkap’ın çıkardığı “ses”in yanında sivri uçlu ve delici özelliği düşünüldüğünde bu durum daha net anlaşılır. Bıçak, hançer gibi “bir yere girmeyi amaçlayan” nesneler, istek duyulan yeri sezinleyerek (Jung, 1997: 231) kişiye yol gösterirler. Binnaz Hanım’ın, babasının ceketini almak için Matkap’ın bulunduğu meyhaneye gitmesi ve orada garson kılığındaki yaşlı bilge ile karşılaşması (33-34) bu gerçeğin ifadesidir.

Matkap’ın, son derece zalim olmasına karşın çocukları gördüğünde yüzünden ve davranışlarından şefkat damlayan yufka yürekli bir dervişe dönüşmesi, usulca yaklaşıp uzun uzun baktığı çocukların iç organlarını görmek istercesine onların ruhlarını ve geleceklerini anlamaya çalışması, onlara dokunurken kendi içindeki ışığa dokunmak istemesi (28-30), canavarın sadece çocuklarla anlaşabilmesinden kaynaklanır. Çocukluğun gizlerinden biri saf yürekliliktir. Onların içinde düşünceler, yargılar ve yergilerle bozulmamış bir dünya yer alır. Bu nedenle “herkesin dostça yan yana büyüdüğü bir cennet bahçesinde” yaşarlar. Ancak yaşla birlikte bilincin oluşması, bu saflığı ve bütünlüğü yok eder. Yetişkin olmasına rağmen çocukluğun bütünlüğünü duyumsayabilen insanlara oldukça ender rastlanır (Jung, 1997: 232-233). Binnaz Hanım’ın en kıdemli kiracısı olarak gördüğü Ziya, bu nadir insanlardan biridir.

Matkap’ın çocuklara olan hassasiyetine rağmen zifiri karanlık olan iç dünyasının ahır gibi kokması, çoğunlukla bir “ahır”a benzetilen bilinçdışı dünyanın merkezini temsil etmektedir:

“Kaldı ki, o hergelenin içinde şöyle iğne ucu kadar bir ışık olduğunu da sanmıyorum zaten; tamamen zifiri karanlıktır bence, ahır gibi kokuyordur ve bu kokularla bu karanlığın her milimetrekaresinde de, kırmızı nefesleriyle uzun kuyruklu şeytanlar cirit atıyordur. Her şey bir yana, babamı öldürmüş olmasından belli bunun böyle olduğu…” (31)

Canavarın yaşadığı bilinçdışı katman, “sonsuz yaşam ırmağının aktığı, her şeyin kusursuzca oluştuğu” bir alandır. İnsanın kendi içindeki bu derinliğe inerek canavarla yüzleşmesi, düzene kavuşmuş şekilde yeniden doğma olanağı (Jung, 1997: 222-223) elde etmesini sağlar. Binnaz Hanım’ın, henüz bir çocukken babasının ceketini almak için Matkap’ın bulunduğu meyhaneye gitmesi, içindeki canavarla yüzleştiğini gösterir. İki kanatlı kapısı olan meyhane, canavarın evi olan “mağara”dır. “Doğum ve döllenme yeri” olarak ana rahmiyle ilişkilendirilen mağara (Jung, 2009: 21)yeniden doğuşun gerçekleştiği bilinçdışı merkezdir. Bu karanlıkla yüzleşebilen ise büyük bir dönüşüm yaşayarak (Jung, 2009: 66-68) ölümsüzleşir. Ölümsüzlüğü elde etmek, mağaranın içinde yaşayan canavar tarafından yutulmayı göze almaktır. Binnaz Hanım, mağaraya girdikten sonra bu yenilenme sürecini şu sözlerle anlatır:

“Evet, gözünü bile kırpmadan benim babamı o öldürdü! İşte o vakit, dünya benim gözümde büyük bir gürültüyle yıkıldı da tepeden tırnağa yeniden kuruldu Ziya Bey ve ben varlığıma eklenen babamın ağırlığıyla birlikte birdenbire babamın yokluğuna doğdum. Sadece gövdemin ağırlığı değil, o gün üstüm başım, elim ayağım ve yüzüm gözüm de değişmişti sanki. İçimde buz dağları geziniyormuş gibi tir tir titriyordum üstelik ve ne yapacağımı bilemiyordum.”(31)

Ziya’nın yenilenerek doğması için karşılaşması gereken canavar ise Körükçü Kâzım’dır. Ziya, onunla ilk Aynalı Kahve’de karşılaşır. İzin almadan Kenan’la oturdukları masaya oturan Körükçü Kâzım, Yazıköy’de bulunan tüm köylüleri temsil edercesine Ziya’ya art arda sorular sorar. Onun gelmesiyle tüm köylülerin yaptığı işi bırakıp Ziya’nın bulunduğu masaya odaklanmaları (136), bilinçdışı dünyada karşılaşılması gereken en önemli figürün o olduğunu gösterir. Canavarın otoritesini ve gücünü de ortaya koyan bu durum, onun bilinçdışının merkez noktası olduğunu anlatmaya yeterlidir.

Körükçü Kâzım’ın, kırk yıllık ahbabıymışçasına iki elini birden Ziya’ya uzatıp eğile büküle, uzun uzun tokalaşması; özür üstüne özür diledikten sonra başını kürsüye çıkan çocuklar gibi bir o yana bir bu yana sallayarak kahvedeki herkese selam vermesi (136), canavarın, düşlerde başını bir sağa bir sola hareket ettirerek (Jung, 1997: 225) belirmesinden kaynaklanır. Sol yanın karanlık bölgeyi, yani bilinçdışını, sağ yanın ise bilinçli bölgeyi temsil etmesi (Jung, 1997: 236) bilinçdışı mağarada yaşayan canavarın bilincin ve bilinçdışının yüce birliğinden doğduğunu gösterir.

Aynalı Kahve’den ayrıldıktan sonra Körükçü Kâzım’ın kim olduğunu Kenan’a soran Ziya, onun “hem gani gönüllü hem de inanılmayacak kadar merhametli ve dürüst” olduğunu öğrenir. Köydeki herkesin yardımına ilk koşan kişi olması (139), Körükçü Kâzım’ın bilinçdışı düzeni/dengeyi sağlayan en önemli güç olmasından kaynaklanır.

 

 

Kenan’ı bıçaklama nedenini öğrenmek için Körükçü Kâzım’ın evine giden Ziya hayatî sorunun çözümünü bilinçdışında bırakmak yerine bilinciyle üstlendiğini (Jung, 1997: 236) gösterir. Kanatlı kapıyı aralayarak girdiği yüksek duvarları olan bu ev (294), yenilenmenin yaşanacağı “mağara”dır. Matkap’ın bulunduğu meyhanenin de çift kanatlı ve korunaklı oluşu, canavarın, bilinçdışının yüksek duvarlı ve son derece korunaklı mağarasına yerleşmesiyle özdeştir.

Körükçü Kâzım’ın, avlunun sol köşesinde tahtadan yapılmış yüksekçe bir sedirin üstünde oturması (294), canavarın gücünü vurgulamanın yanında Ziya’nın merkez noktaya geldiğini anlatır. Körükçü Kâzım’ın evinde Ziya’nın dikkatini en çok çeken şey, avludaki ahırdır. Bu durum, Matkap’ın iç dünyasını ahıra benzeten Binnaz Hanım’ın sözlerini hatırlatır. Ancak unutulmaması gereken şey, “lahananın gübreli toprakta büyümesi’ (Jung, 2008: 137) gibi bütünün zıtlıklardan oluştuğudur.

Körükçü Kâzım’a elini uzatıp uzatmamakta tereddüt yaşayan Ziya, kısa bir duraksamanın ardından onun elini sıkar. İçsel gücü temsil eden canavarla barış imzalar ve böylece ruhsal bütünlüğünü sağlar. Çünkü “tarihöncesine ait mağaralarda nasıl ki insanlar gelip oralara el koyana dek genelde hayvanlar yaşamışsa, ruhun ilkel yanı da, hayvan ruhunun yaşam sınırında” biter (Jung, 2008: 134). “Öfkesini yenen” anlamına gelen Kâzım sözcüğünün vurguladığı gibi Ziya, içindeki canavarı öldürmek yerine onu terbiye etmeyi başarmıştır.

Kişinin, canavarla karşılaşması tatsız bir zemin üzerinde gerçekleşir. Kenan’ın bağ evinin yapımında kendisinden borç aldığını; ancak bunu ödeyemediğini anlatan Körükçü Kâzım (296), aslında onu bıçaklamak istemediğini, bıçağın eline kendiliğinden geçtiğini söyler. Bu durum, bıçağın gireceği yeri sezinlediğini, “canavarın bıçağı değil, bıçağın canavarı yönettiğini” (Jung, 1997: 231) gösterir:

“Orada, her an birbirimizin üzerine atılacakmış gibi dururken biraz bağırdık çağırdık ama ne söylediğimizi hatırlamıyorum şimdi. Derken nereden geçtiyse benim elime imansız bir bıçak geçti. Sanki biri gelip onu kasten elime tutuşturdu, anlıyor musun? Yahut, alayım diye getirdi yakınıma koydu. Yahut elim hayvan gibi benden habersiz nereye gittiyse gitti, bir şekilde buldu o bıçağı. İşin bu kısmını aklım havsalam almıyor hâlâ, hakikaten almıyor. Elime o anda başka bir el hükmetti sanki ve ben ne halt ettiğimi, ettikten nice sonra gördüm. Kenan’ın bacağından fışkıran kanla uyandım daha doğrusu.”(299)

Kenan’ın bıçaklanması, Tanrı’ya sungunun ifadesidir. İnsanın somutlaşmış istencini temsil eden bıçak, yaşamın korunması adına, gölgenin vücudunda bir yara açmayı gerektirir. Bu yara gölgeyi zayıflatmanın ötesinde güçlendiren (Jung, 1997: 234-236) bir özelliğe sahiptir. Gölgeyi temsil eden Kenan’ın bacağından bıçaklandıktan sonra topal kalmasına rağmen sürekli tebessüm etmesi, Tanrı’ya sungusundan dolayı memnun olduğunu anlatır. Bu süreç, onun daha önce göremediği dağdaki karaltıyı görmesini ve öldükten sonra yaşlı bilgeyle bütünleşmesini sağlar.

Canavara doğru yapılan yolculuk, kişinin kendi özüne yaptığı yolculuktur aslında. Jung, tüm karşıtların bütünleşip biçim değiştirdiği bu merkezi, “kendilik/benlik” (Jung, 2009: 72-73) olarak adlandırır.

1.6.Kendilik/Benlik arketipi:

Benlik, “ruhun mikrokozmik doğası”nı simgeleyen bölünmez bir yapıya sahiptir. Bireyleşme yolculuğunun her adımı, “benlik”in temsil ettiği odak noktası “mandala”ya doğrudur. Çoğunlukla yuvarlak formlu şekillerle anlatılan mandala, ruhsal bütünlük adına çıkılan yolculukta ulaşılması gereken merkezi temsil eder (Jung, 2008: 161-162). Dolayısıyla, “insanın ve dünyanın varoluşunun özü”nü (Jung, 2008: 224) simgeleyen merkeze ulaşmak, aydınlık ve karanlık arasında keskin bir sınır olduğunu düşünmekten vaz geçmektir. Bir başka deyişle, karşıtları sentezleyebilmek, kişiliği bütünlemenin tek yoludur.

Gördüğü rüyada anahtarı teslim etmek için Binnaz Hanım’ı bekleyen Ziya’nın dikkatini çeken ilk şey, salonda bulunan “kamyonlar dolusu eşya”dır (12). Eşyaların antikacıdan alınmışa benzeyen özellikleri, salonun bilinçdışı ögelere ev sahipliği yaptığını ve toplumsal bilinçdışını simgelediğini gösterir. “bütün bunların ve ortalıkta uçuşup duran yaldızlı perde hışırtılarının ötesinde (…) karşı duvarı boydan boya kaplayan (…) dolap” (13), Ziya’nın bilincidir. Dolabın yavaş yavaş bulunduğu yerden uzaklaşıyormuş hissini veren, yükünü almış bir gemiye benzemesi, bilincin, bilinçdışı üzerinde yükselerek merkeze doğru gerçekleştirdiği yolculuktan başka bir şey değildir. Bu da insanoğlunun, geçmiş deneyimlerin toplamı olan bilinçdışından bağımsız olmadığını, tüm yolların “merkez” de kesiştiğini vurgular.

Dolaba bakınca “göğüs kafesinin içinde küçük ve sıcak bir kuşun yavaşça kımıldadığını hisselden (13) Ziya’nın şahsında hem bilinci hem de bilinçdışını kapsayan “öz”, romanda canlı bir varlık olan “kuş”la sembolize edilmektedir. Çocukken bilinçdışının yönlendiriciliğinde gerçekleştirdiği kuş öldürme eylemini kabullenerek içindeki kötülüğün bilincine varan Ziya’nın,askerlik sürecinde yaşadığı sıkıntılar, evlendikten sonra eşini ve doğmamış oğlunu bombalı bir saldırıya kurban vermesi, onun doğasındaki karmaşık yönleri kabullendiğini ve acı çekme gerekliliğini yerine getiren bir özne olduğunu gösterir.

Binnaz Hanım’ı beklerken pencere kenarına giden Ziya’nın “cam parıltılarıyla kaplı gökdelenleri, unutulmuş hanları, köhne çarşıları, alışveriş merkezleri, yıkıntıları, fabrikaları, nezih semtleri ve çamurlu bir bulut sürüsü gibi tepeleri aşıp giden uzak gecekondularıyla birlikte, çaresizliğin yanı sıra çaresizliğe gömülmüş derin bir dağınıklığa da benz”eyen (13) şehrin kalabalığı içinde uçmaya çalışan güvercinlerin konacak bir ağaç dallarının bile kalmadığını görmesi, modern zamanın betonlarla donattığı bir yaşam alanı içinde hapsolan insanların, köklerine yabancılaşarak “merkez”den uzaklaştıklarını anlatır. Bilinçle inşa edilen kentler, bilinçdışının kopyası konumundaki doğayı unutturarak, “bilinçdışı aklın açıklanamaz güçlerini” (Jung, 2010: 46) de yok etmiştir.

Konmak için kendilerine yer arayan güvercinleri izleyen Ziya’nın, gördüklerinin gerçekliğinden şüphe duyması ve hayalî birer gölge olduklarını düşünerek tüm bunları zihninde canlandırdığını düşünmesi (14-15), arketipsel imgelerin çoğunluk tarafından yadsındığını anlatır. Bu gerçeklerin yadsınması, insanoğlunu köklerinden uzaklaştıran, geçmişiyle arasındaki bağını koparan medeniyettir.Sürüden ayrılarak pencere kenarına konan bir güvercinin Ziya’nın gözlerinin içine bakarak âdeta ben gerçeğim dercesine “kuğurması”, bilinçdışı imgelerin insan zihni tarafından üretilmediklerini; kendi kendilerine hareket eden ruhun bağımsız ve ayrı birer parçası (Bennet, 2006: 36) olduklarını gösterir. Özellikle rüyalarda karşılaşılan bilinçdışı imgeler, rüya öznesiyle “simgesel bir sözlük’ (Jung, 1997: 163) aracılığıyla konuşurlar. İmgeler, rüya öznesi tarafından algılanabilir hâle gelmek için, Jung’un “arketip” olarak adlandırdığı; “bilinmeyen, soyut şeylerin en gerçek tanımı” semboller (Bennet, 2006: 46) şeklinde ortaya çıkarlar. Bütünlük, kuşun Ziya’ya “yusyuvarlak bakan” gözlerinde gizlidir. Mandala ile temsil edilen bütünlüğün merkez nokta, daire, kare, çocuk gibi semboller dışında yumurta ya da asker bedenleri tarafından oluşturulmuş bir yıldız (Jung, 2010: 60) aracılığıyla da kendini gösterebilmesi söz konusudur. Dolayısıyla kuş, gözleri aracılığıyla Ziya’yı ruhsal bütünlüğe ulaşma yolculuğuna davet eder.

Ziya’nın öldürdüğü kuşa nişan alışı, bilinçdışının yönlendiriciliğinde gerçekleşir. O kuşa nişan almadan önce birbirinden çocukların ortaya çıkarak kuşu öldürmek istercesine Ziya’nın bulunduğu noktaya doğru koşmaları, Ziya’dan önce yaşayan çocukların, o yaşlarda gerçekleştirdikleri kuş vurma deneyimlerinin bir tekrarıdır âdeta (63-65). Kuşu öldürdükten sonra gerçekleştirdiği eylemden ötürü herkesin ondan hesap soracağını düşünen Ziya, koşarak eve gelir ve yorganda beliren bir lekeye odaklanır. Bu lekenin giderek genişlediğini, tüylendiğini ve tıpkı vurulup yere düşen o küçük kuş gibi pençeleriyle birlikte kanatlarını da sağa sola çarparak hızlı hızlı çırpınmaya başladığını görür. Çırpınan bu lekenin basit bir yanılsama olduğunu düşünmeye çalışsa da vurduğu kuşun ruhunun peşini bırakmadığını anlar. Tekrar lekeye bakınca uzaklarda kalan o sessiz ve sevimli kuşun yorganın üstünde defalarca canlanıp defalarca öldüğünü görür ve kısa süre sonra uykuya geçer (66-69). Kuşun zamanla büyüyüp gelişmesi, bir serçe yavrusu iken güvercin iriliğine ulaşması, dolayısıyla gelişimini sürdürmesi (142), ruhsal gelişimin aşamalarını ve amacını vurgular. Amaç, farklılıkları birbirinde eriterek bütünleştiren ve düzeni sağlayan benlik’e ulaşmaktır.

Öldürdüğü kuştan “kırk iki” yıl sonra ilk kez Kenan’a söz eden Ziya’nın, onun bir kuştan çok “dünyanın dışında duran, fakat oradan dünyayı tamamlayan bir şey” (141) olduğunu söylemesi, bilincin ve bilinçdışının bütünlüğünü ifade eden “benlik”in; ruhtaki içsel kutuplaşmayla baş edebilecek tek şey (Jung, 2008: 273-274) olmasından kaynaklanır. Kendisini “kırk iki yıldır yargıl”ayan (142) Ziya, benlik’e ulaşmanın büyük bir çaba ve gelişimin sonucunda gerçekleştiğinin altını çizer. Ziya’nın ruhsal gelişiminin tamamlanması için aradan “kırk iki” yıl geçmesinin nedeni, “hazırlanma ve bekleme süresi” olan bu sayının aynı zamanda eski Mısır’da ölüyü sorgulayacak kırk iki yargıcı (Schimmel, 2000: 274) da temsil etmesidir. Bilinçdışı dünyasında içsel yolculuk yapan Ziya’nın gölgesi Kenan’a kırk iki yıl önce gerçekleştirdiği günahından bahsetmesi, içsel hesaplaşmasını gerçekleştirdiğini gösterir.

Benliğinin bilincine, doğaya ait bir canlı olan kuşun “gözleri” aracılığıyla varan Ziya, Binnaz Hanım’ın deyişiyle “büyük nabzın attığı” (48) Yazıköy’e gelir. Doğanın derinliklerine gideceğini dosyasından öğrendiğini söyleyen Binnaz Hanım, ona yapması gereken tek şeyin dua etmek olduğunu söyler:

“uzaklara gidip tabiatın koynunda yaşamak, onun hallerine tanıklık etmek ve bunları yaparken de onunla birlikte nefes alıp vermek bana bir çeşit dua gibi görünüyor. Siz nasıl düşünüyorsunuz bilemem tabii.

Belki de haklısınız, peki, hoşça kaim, dedi Ziya sözün uzamasından korktuğu için; size iyi günler diliyorum.

Güle güle gidin, dedi Binnaz Hanım da ona; fakat unutmayın, dua edecek kişi bir eline taş almalıdır.” (49)

Tanrı’nın evi olarak nitelenen doğanın mucizelerle dolu bir yer olması (Jung, 2008: 42), sevgi ve şefkat kadar acımasızlığı (Jung, 2009: 31) da barındırmasından kaynaklanır. Ana rahmine benzetilen doğanın ölüm ve yeniden doğuşu kapsayan bütünlüğü, kişiyi “doğal dönüşüm süreci”nden geçirir. İçimizdeki “öteki” aracılığıyla gerçekleşen bu dönüşüm, insanın biri ölümlü, diğeri ölümsüz iki farklı yönün birbirine yakınlaşmasıyla (Jung, 2009: 62-63) sağlanır. Ziya’nın “öteki”si olan Kenan aracılığıyla gerçekleştirdiği “doğal dönüşüm süreci”, Binnaz Hanım’ın Ziya’ya verdiği öğüdün anlamını ortaya koyar. Çünkü “taş” içsel dostu (Jung, 2009: 64), insanın aynı zamanda kendisi olan “öteki”sini (Jung, 2008: 31-33) temsil eder. Zira, “taş”ın, güven ve huzur veren yanı, kuşkulardan arınmayı (Jung, 2008: 49), karşıtlıkları birbirinde eritmeyi sağlar. Ömrünün sonuna kadar Yazıköy’de yaşamaya karar veren Ziya’nın (300), hakkında çıkan dedikodular sonucunda Cevriye Hanım tarafından Yazıköy’den kovulması, bağ evine yakınlığını daha önce fark edemediği mezarlığa gitmesine neden olur. Mezar taşlarına bakarken karşısında Denizli’nin Acıpayam ilçesinde olması gereken “J. Er Hayati Bulut” azılı taşı gören Ziya, büyük bir şaşkınlık yaşar. Ardından sırasıyla Macit Karakaş’ın, Ercüment Şahiner’in, Veli Sarı’nın, Halime Çil’in, jandarma çavuşu Rasim Benli’nin mezar taşlarını görür ve Hulki Dede’nin sözlerini hatırlar. Dünyanın gerçekten de “birkaç evlek yer” (304) olduğunu anlayan Ziya, “yaşam soluğuyla donatılmış kabir” (Jung, 2008: 33) anlamına da gelen mezar “taş”ları aracılığıyla çelişkilere bir son verir ve farklılıkları bütünlemeyi başarır. Bu durum, “bütünleşmiş bir kozmosta ve Tanrı ’nın dünyasında her canlının aslında doğmuş ve de ölmüş olduğu bir sonsuzlukta yaşadıkları”nı (Jung, 2008: 66) gözler önüne serer. Mezar taşlarındaki isimlerin hem rüyasında gördüğü bilinçdışına hem de yaşadığı nesnel dünyaya ait olmaları Ziya’nın, bilinci ve bilinçdışını kapsayan benliğinin farkına varmasını sağlar.

Birden ortaya çıkan iri yarı bir adamın, “utanmıyor musun lan çocuğun yaşındaki çocukla ha” diyerek Besim’le arasında olduğu konuşulan ilişkiye göndermede bulunması ve elindeki sopayı Ziya’nın başına indirmesi, bütüncül benliğin Besim aracılığıyla kişilik kazandığını anlatır. Binnaz Hanım’ın salonunda aniden belirip kaybolan dumanlar içindeki erkek siluetinin yansıması olan Besim, gerek kadınlarda gerekse erkeklerde “oğlan çocuğu” olarak görünen Ruh’un, erkekteki olumlu yansıması olan “kendilik”in(Jung, 2009: 85) temsilidir. Doğmamış oğluyla özdeşleştirdiği Besim’e Kenan öldükten sonra ilk kez “oğlum” diyen (289) ve onun önce omzunu sonra da başını şefkatlice okşayan Ziya’nın eline o anda hem Kenan’ın hem de onca uzaklığı aşıp Besim’in Almanya’daki babasının elinin karıştığını hissetmesi (293), söz konusu durumu açıklar.

Kendisini kovalayan kalabalıktan kaçmak için kanlar içinde kavakların bulunduğu yere doğru koşan Ziya, “dikenlerle yumruk iriliğindeki taşların arasında” başına bir darbe daha alır. Bu durum, bireyleşme yolculuğunun taşlı ve dikenli oluşunu ifade eder.

Meşeliğe ulaşınca takati kesilen Ziya, yüksekçe bir kayanın arkasına gizlendikten sonra kalabalığın içinde gözleriyle Hulki Dede’yi arayan Ziya’nın onu görememesi (305) yolculuğun tamamlandığını, dolayısıyla bir rehbere, yani yaşlı bilgeye ihtiyaç kalmadığını anlatır. Tüm yaşamın kaynağı olan “dağ”a (Jung, 2008: 205) tırmanması ise, Tanrı’ya ulaşmayı, kısaca ölümsüzlüğü (Eliade, 1992: 25-26) simgeler. Ölümün pek çok kültürde tırmanma ile simgelenmesi, bir var oluş biçiminden başka bir var oluş biçimine geçişi (Eliade, 1992: 31-32) ifade eder. Saklandığı kayalığın arkasından çıkarak kızılçam ormanına doğru koşmaya başlayan Ziya, sonunda dağların tepesindeki o meçhul karaltının yanına varır. Karaltının aslında derme çatma bir kulübe olduğunu görür ve tüm gücünü toplayarak iki büklüm bir halde kulübeye kadar gider. Kapıyı çalması üzerine kendi benliğiyle yüzleşen Ziya, böylelikle ruhunun gerçek yarısına kavuşur.

Kulübenin penceresinden bakınca ölmüş bedenini taşıyan insanları görüp “‘Ben’i buldular” (307-308) diyen Ziya, aslında ölmemiş, duyularla algılanamayan dünyaya geçerek bir dönüşüm gerçekleştirmiştir. Bu dönüşüm kabuktan sıyrılarak içteki ölümlünün ölümsüze evrildiği (Jung, 2009: 65), ruhsal bütünlüğün tamamlandığı âna tekabül eder.

Kulübenin dışarıyı gösteren içeriyi gizleyen penceresi, Binnaz Hanım’ın evinin kapısında bulunan gözetleme dürbünüyle aynı işleve sahiptir. Bu durum, bilinçdışının, bilinçle olan ilişkisini özetler. Dışarıya açılan bu boşluğu “delinmiş uykuya” benzeten Ziya, bilinçdışı figürlerin rüya aracılığıyla bilince sızdıklarını anlatmış olur.

Sonuç

Hasan Ali Toptaş’ın Heba adlı romanı, olayların merkezinde bulunan Ziya’nın kentin kalabalığından bunalarak Yazıköy’e yerleşmesini anlatır. Kent hayatının tüm karmaşasına rağmen yok edemediği çocuk saflığı, bu kararı almasını sağlayan en büyük etkendir. Burada doğanın sesini dinleyerek ettiği ibadet, ruhunu arındırmasını ve kaybettiği huzura kavuşmasını sağlar.

Ziya’nın bir cennete benzeyen Yazıköy’den kovulana dek yaşadıkları, rüyalarla ve fantezilerle örülü büyülü bir ortamın eşiğinde gerçekleşir. İnsanın farkında olmadan üzerinde yaşadığı bilinçdışı düzlemin, rüyalardaki simgesel içerikler aracılığıyla kendini göstermesi, Yazıköy’ün bir coğrafya parçası olmanın ötesinde bilinçdışı dünyayı temsil ettiğini, kentten doğaya yapılan yolculuğun, bilinçten bilinçdışına doğru bir yol izlediğini ifade eder.

Bilinçdışının meçhul karanlığında ilerleyen Ziya’nın en derindeki içsel hazineyi keşfetmesi, yüzeyden merkeze doğru her bir aşamanın bilinçdışının farklı bir figürüyle kat edilmesini gerektirir. Bilinçdışına yapılan yolculukta bireyin tanıması gereken ilk arketip olan gölge, romanda Kenan aracılığıyla kişilik bulur. Ziya’nın otuz yıl sonra yeniden buluştuğu gölgesi, onu Yazıköy’ün kapısında karşılayarak bilinçdışı dünyanın kapılarını aralamasına yardım eder. Bunun yanında kalacağı bağ evini hazırlayan ve tüm bilinçdışı figürlerle tanışmasını sağlayan Kenan, Ziya’nın yolculuğunda bir rehber görevi görür. Âdeta yaşlı bilge arketipinin olumlu işlevini üstlenen Kenan’ın bu derece uyumlu bir kişilik sergilemesi, Ziya’nın kendi kişiliğinden kaynaklanır. İnsanın kişiliğini yansıttığı gölgesi aslında kendisi gibidir.

Gölge arketipinin ardından anne arketipiyle yüzleşen Ziya, onun doğasında barındırdığı aydınlık ve karanlık yönlerin her ikisini de Cevriye Hanım’da bulur. Yazıköy’e geldiği ilk günler ekmeğini kendi elleriyle yapmayı teklif eden de odur; onu Yazıköy’den kovan da. Bu durum, anne arketipinin, bakıp büyüten, besleyen iyiliğinin yanında yeraltına özgü karanlığı da temsil ettiğini gösterir.

Kenan’ın kız kardeşi Nefise ise, Ziya’nın anne arketipinden sonra karşılaştığı anima arketipidir. Başlangıçta anne arketipiyle iç içe olan anima arketipi, erkeğin bilinçdışı dişi doğasını temsil eder. Ziya’nın bireyleşme yolculuğunda üstlendiği işlev ise bilinçdışı içerikleri bilince taşımaktır. İletimi bilinçdışı bir öge olan “kuş” aracılığıyla sağlamaya çalışan Nefise Ziya’nın, üzerinde yaşadığı büyülü düzlemin farkına varmasını sağlar.

Hulki Dede kılığında ortaya çıkan yaşlı bilge arketipi ise, bireyleşme sürecindeki Ziya’nın yolunu, bilincin üretemediği üst bilgiyi sağlayarak aydınlatır. “İnsan, içindeki canavarı öldürürse çöle dönüşür.” diyerek son aşamada karşılaşılan canavar arketipine yaklaşımın reçetesini sunar.

Bilinçdışı yolculuğun son ve en zorlu aşaması, insanın içindeki üstün gücü temsil eden canavarla yüzleşmesidir. Körükçü Kâzım’ın evine giderek bir anlamda bilinçdışı hazinenin bulunduğu mağaraya giren Ziya, büyük bir dönüşüm geçirir ve tamamlanmış olarak buradan çıkar. Özünü bulan Ziya’nın Cevriye Hanım tarafından Yazıköy’den kovulması, doğanın rahminde gerçekleşen içsel gelişimin tamamlandığı anlamına gelir.

Dedikodular nedeniyle köylülerin saldırısına uğrayan Ziya’nın aldığı darbeler sonucunda ölmesi, kozadan çıkan kelebek misali, ölümlü olan bedeninden sıyrılarak ölümsüzleştiğini ifade eder. Dağda gördüğü karaltıya doğru tırmanışı, Tanrı’ya kavuşma, ölümsüzlüğe ulaşma çabasıdır. Derme çatma bir kulübe olduğunu anladığı karaltının kapısını çalarak içeriye giren Ziya, asıl gerçekle yüzleşmiş olur.

Romanın postmodernist bir temel üzerinde yükselişi, Yazıköy’de yaşananların fantastik düzlem üzerine konumlandırılma gerekçesini açıklar. Kulübenin kapısını Ziya’ya açarak kendini etkin şekilde romana dahil eden yazar, ilk olarak Binnaz Hanım’ın evindeki dar ve kasvetli bölmede kendini gösterir. Ziya’nın anlam veremediği duvarın gerisinden gelen kâğıt hışırtıları (49) yazarı, kaleminden çıkanların toplamı olan Yazıköy’ün Tanrı’sı yapar. Kurmaca evrenin bir parçası olan Ziya’nın kaderi de onun kalemiyle yazılır. Dışarının göründüğü, içerinin görünmediği kulübenin penceresi, postmodernist estetiğin önemli bir ögesi olan üstkurmaca açısından nesnel gerçeklik-kurmaca ilişkisini özetlerken; psikanaliz açısından bilinç ve bilinçdışı arasındaki ilişki boyutunu ortaya koyar. Ziya’nın “delinmiş uyku”ya benzettiği bu durum, bilinçdışı içeriklerin bilince sızdığı oyuktur. Rüyaların yardımıyla farkına vardığı bilinçdışı evren, Ziya’nın tüm karşıt ögeleri birleştirerek bütüncül benliğe kavuşmasını sağlar.

 

 

KAYNAKÇA

BENNET, E.A. (2006)Jung Aslında Ne Dedi?, çev.: Işıl Çobanlı, Say Yayınları, İstanbul.

BUDGE, E.A.Wallis (2001) Mısır’da Ölüm Sonrası Fikri, çev.: Rengin Ekiz, Ege Meta Yayınları. İzmir.

CAMPBELL, Joseph (2010)Kahramanın Sonsuz Yolculuğu, çev.: Sabri Gürses, 2.b., Kabalcı Yayınevi, İstanbul.

CAMPBELL, Joseph-MOYERS Bill (2010) Mitolojinin Gücü, çev: Zeynep Yaman, 2.b., MediaCat Yayınları, İstanbul.

ELİADE, Mircea (1992) İmgeler Simgeler, çev.: Mehmet Ali Kılıçbay, Gece Yayınları, Ankara.

ERAYDIN, Selçuk (1990) Tasavvuf ve Tarikatlar, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul.

FORDHAM, Frieda (1996)Jung Psikolojisi, çev.: Aslan Yalçıner, 3.b., Say Yayınları, İstanbul.

JUNG, Carl Gustav (1997)Bilinç ve Bilinçaltının İşlevi, çev.: Engin Büyükinal, 4.b., Say Yayınları, İstanbul.

JUNG, Carl Gustav (2008) Anılar, Düşler, Düşünceler, çev.: İris Kantemir, 3.b., Can Yayınları, İstanbul.

JUNG, Carl Gustav (2009) Dört Arketip, çev.: Zehra Aksu Yılmazer, 3.b., Metis Yayınları, İstanbul.

JUNG, Carl Gustav (2010)Psikoloji ve Din, çev.: Raziye Karabey, 2.b., Okyanus Yayınları, İstanbul.

KORKMAZ, Esat (2003)Eski Türk İnançları ve Şamanizm Terimleri Sözlüğü, Anahtar Kitaplar Yayınları, İstanbul.

SALT, Alparslan (2010)Semboller, 2.b., Ruh ve Madde Yayınları, İstanbul.

SCHİMMEL, Annemarie (2000) Sayıların Gizemi, çev.: Mustafa Küpüşoğlu, 2.b., Kabalcı Yayınevi, İstanbul.

TOPTAŞ, Hasan Ali (2013) Heba, İletişim Yayınları, İstanbul.

 

 

 

 

*Bu makale Crosscheck sistemi tarafından taranmış ve bu sistem sonuçlarına göre orijinal bir makale olduğu tespit edilmiştir.

** Okt. Kocaeli Üniversitesi Rektörlük Türk Dili Bölümü, El-mek: esazyek@hotmail.com

 

Kaynak: http://www.turkishstudies.net/Makaleler/1028993263_065SazyekEsra-1097-1125.pdf