Çağdaş Türk edebiyatının önemli yazarlarından Hasan Ali Toptaş yedi yıl süren suskunluğunu “Heba” ile bozdu. Bir dil ve kurgu ustası olarak tanınan Toptaş, yeni kitabı için “kelimelerin çağrısına uydum ve seslerini dinledim” diyor.

“Heba”, göz gözü görmez insafsızlığın, doğruya benzemeye muvaffak olan yalanın, utanmazlığın, linn, kıstırılmışlığın romanı. Kitap, baş karakteri Ziya üzerinden Türkiye’nin son 30-35 yılda içinden geçtiği değişim, dönüşüm ve çalkantıların kapsamlı bir özetini de veriyor. Karıncayı incitmekten korkan, küçük bir çocukken sapanla öldürdüğü kuş yüzünden ömür boyu kendini suçlayan, sınırdaki müsademelerde ölenlerin yasını tutan Ziya, kaybolan insani değerlere, vicdani duygulara, barışa, huzura duyulan özlemin cisimleşmiş hali gibi.

Kitap olağanüstü kurgusu ve sürprizli finali ile okuru elinden tutup son sayfaya kadar bir yandan çıplak gerçekle yüzleştiriyor öte yandan yumuşacık bir dille, doğal ve içten bir anlatımla sarıp sarmalıyor. Yani anlattıkları ile tokat atarken, diliyle avutuyor. Aslında galiba “Heba”yı en iyi anlatan arka kapağındaki o cümle: “İpek kadar yumuşak ve ipek kadar sağlam”.

2005’teki “Uykuların Doğusu”ndan bu yana roman yazmaya epey uzun bir süre ara verdiniz. “Heba”nın dünyaya gelmesi sancılı bir süreci mi gerektirdi?

Benim her romanım sancılı bir süreçten sonra doğuyor. Yazıyla ilişkim öyle. Hatta, romanın son cümlesini yazıncaya kadar, o romanı bitiremeyeceğim diye korkuyorum. Kendimden de korkuyorum, yazıdan da. Başlarken daha çok korkuyorum, çünkü her defasında kendimi fena halde acemi hissediyorum. Her daim “efendimiz acemilik”. “Uykuların Doğusu”ndan sonra üst üste gelen bazı koşuşturmalar yüzünden ben üç yıl bir tek cümle bile yazamadım. Dolayısıyla“Heba” yedi yıl yedi ayda değil, dört küsur yılda yazıldı ve bu benim çalışma hızıma göre gayet makul bir süre. Ayrıca, aceleye mahal yok, kendimizden başka nereye yetişebiliriz ki?

“Heba” şimdiye kadar yazdıklarınızdan farklı bir roman olmuş. Ve sanırım bunu amaçlamıştınız da. Teknik, üslup, dil kullanımı ya da edebi açıdan, romana başlarken planladıklarınızın tümünü gerçekleştirebildiniz mi?

Romana başlarken planladığım bir şey yoktu; her yazar gibi, önceki romanlarıma benzemeyen bir roman yazmak istiyordum. Ben metni ancak metnin içindeyken düşünebilen biriyim. Dolayısıyla metnin içinde ne varsa, bunların hepsi yazdıkça gelişti. Kelimelerin bir çekim gücü var, biliyorsunuz, bazen aynı sayfada yer alan üç dört kelimenin varlığı çok uzaklardaki başka kelimeleri çağırır. Çağıran kelimelerle bu çağrıya uyup gelen kelimelerin toplamı da birdenbire metnin ses tonunu değiştiriverir. Böylece, biz metni yazarken metin de başını çevirip bizi yazmaya başlar. Benim için, bunu anlatmak bir hayli güç.

Şunu söyleyebilirim, neticede ben okumak istediğim romanı yazdım. Kelime varlığıyla, cümlelerinin yapısıyla ve daha başka özellikleriyle öteki romanlarımdan farklı bir romanı.

Askerlik, hiç kuşku yok ki, erkeklerin hayatına damgasını vuran ve elbette anıları anlatmakla bitmeyen bir dönem. Ancak kültürümüzün bir parçası haline gelmiş olan bu konu nedense edebiyatımızın bir parçası değil. Değil-di demeliyim aslında. Askerlikle ilgili bir roman yazmayı neden istediniz?

Askerlikle ilgili bir roman yazayım diye düşünmedim hiç. “Heba” benim gözümde askerlikle ilgili bir roman değil. Askerlik sadece bu romanın yedi bölümünden birinde anlatılıyor, geride, başka şeylerin anlatıldığı altı bölüm daha var ve bu altı bölümün toplamı iki yüz sayfaya yakın.

HESAPSIZ YAZARIM

Kitabı zamanlaması açısından Türkiye’de ve Ortadoğu’da içinden geçmekte olduğumuz süreçle ilişkilendirebilir miyiz yoksa bu tamamen bir tesadüf mü?

Benim bu tür hesaplar yapmayacağımı beni okuyanlar bilir zaten; bu tamamen bir tesadüf. “Heba”nın bir bölümünde anlatılan Suriye sınırındaki olaylar, romandaki verilerden de anlaşılacağı üzere, otuz beş yıl önce yaşanan olaylar.

1978-79 yıllarına tekabül ediyor. Ayrıca, romanımın günün şartlarından medet ummasını asla istemem ben, böyle bir şey aklımın en uzak köyünden bile geçmez. Metinlerim kendi yapılarındaki güçle ayakta durmalı.

Kitabınızın dikkat çeken bir özelliği de diyaloglar için alışkın olduğumuz şekilde tırnak işaretleri kullanmamış olmanız. Bu haliyle tam da sizin arzu edeceğiniz şekilde- kesintisiz biçimde akıp giden tek bir metin haline dönüşmüş. Sizce imla işaretleri metnin anlamı üzerinde ne kadar etkili?

Tırnak işaretini ve konuşma çizgisini “Uykuların Doğusu”nda da kullanmamıştım. Bunun metne getirdiği yahut metinden götürdüğü bir şey yok; sadece öyle alıştığım için kullanmıyorum. Zaten tırnak işareti ve konuşma çizgisi metnin sesini yahut sessizliğini oluşturan işaretlerden değil. Fakat öteki işaretler, mesela bir virgül, başka; o metnin sesine dahil.

Metnin nefes boyuna müdahale eden bir işaret. Yahut, yerine göre cümlenin anlamına da müdahale eden bir işaret. Olmazsa olmazlardan. Keza, tırnak işaretiyle konuşma çizgisinin dışında kalan öteki işaretler de öyle.

“Heba” daha ilk sayfasında okuru sarsan, ezber bozan ya da nasıl diyeyim tabu yıkan bir cümleyle açılıyor: “İnsan içindeki canavarı öldürürse çöle dönüşür”. Bununla insanoğlunun içinde iyi ile kötünün birlikte varoluşunu mu kastediyorsunuz?

Hulki Dede’nin bu cümlesini benim yorumlamam külliyen yanlış aslında. Bu sebeple, şimdi, doğrudan şunu kastediyor diyemem. Belki insanın, toplum tarafından hastalık diye adlandırılan bazı zaaflarını, bazı huylarını, bazı arızalarını kastediyor Hulki Dede. Belki onları yok ederseniz siz siz olmaktan çıkarsınız demeye getiriyor. Belki de o cümledeki canavar kelimesiyle düpedüz nefsi işaret ediyor ve tıpkı dinlerin de söylediği gibi, nefsinizi öldürmeyin, onu öldürürseniz kendinizi öldürmüş olursunuz, bu sebeple onu terbiye edin diyor. Belki asıl, içimizdeki canavarı öldürdüğümüzde canavara dönüşeceğimizi söylüyor. Yahut bütün bunların dışında kalan başka bir şey söylüyor belki, bilmiyorum. Benim bildiğim şu ki, Hulki Dede’nin bu cümlede ne söylediğini benim söylememem gerekiyor.

YAZMAK, BİLDİĞİNİ OKUMAKTIR

Söz Hulki Dede’den açılmışken, “Heba”daki bazı cümleleriniz şimdiden dilden dile dolaşacak aforizmalar olmaya aday gibi. Yine Hulki Dede’den “Tabiat bir şey söylemez aslında, biz de onu bu yüzden işitiriz” cümlesi mesela. Ya da Binnaz Hanım’ın ve Ebecik’in ağzından dökülen buna benzer bazı cümleler.Dile olan tutkunuzu bu kez uzun cümleler yerine vurucu ifadelerle göstermeyi mi seçtiniz?

Hayır, öyle bir amacın sonucu değil sözünü ettiğiniz cümleler. Metni yazarken hepsi kendiliğinden ortaya çıktı ve romanın ruhuna hizmet ettikleri için kullanıldılar. Hatta bazı cümleler kullanılamadı, roman kabul etmediği için, günün birinde belki kullanılır diye bir kenara not edildiler.

Artık öyle insanlar yok mu, yoksa onlara kulak vermeyi mi unuttuk?

Öyle insanlar hâlâ var elbette. Bazen öyle cümleler söylüyorlar ki, insanın feleği şaşıyor; fakat onlar, sıradan bir şey söylemişçesine cümlenin ötesine geçip gidiyorlar. Onlara kulak vermeli tabii. O insanların aklı da türkülerde yaşıyor bana göre. Bir yazımda “sözlü kültürümüzün derin gülleri” diye tanımladığım türkülere de kulak vermeli yazan kişi. Neşet Ertaş’ın çokça bilinen bir türküsü geliyor aklıma: “Ayva turunç nar bende / Aldı aklım yar bende” diyor mesela. İkinci dizenin güzelliği, oradaki “bende”nin gücü ve duruşu hep şaşırtmıştır beni. “Heba”nın bir yerinde geçen, “Zannederim o, dünyaya kız kardeşinde küstü” cümlesi belki de türküdeki o dizenin yankılandığı yerlerden geliyor.

Askerlik hem ülkemizde hem de dünyanın pek çok yerinde kutsal bir kavram olduğu ve çoğunlukla hiçbir eleştiri kaldırmayacak kadar hassas, deyim yerindeyse “tabu” sayıldığı için soruyorum: Yazarken bu görünmez baskıyı hissettiniz mi? “Evet”se o kısıtlamaları nasıl aştınız?

Hayır, öyle bir baskı hissetmedim. Aynı romanı on beş, yirmi yıl önce yazsaydım yine hissetmezdim. Yazar yazarken dış dünyanın koşullarını düşünmez çünkü. Yani eşim bu metne nasıl bakar, çocuğum, komşularım, arkadaşlarım, içinde yaşadığım toplum, devletin kurumları ve yasaları nasıl bakar diye düşünmez. Bütün bunların fersah fersah uzağında, bunları unutarak yazar. Başka bir deyişle, sadece edebi kurallara ve üzerinde çalıştığı metnin doğurduğu, metin içi kurallara bağlıdır. Bu dediklerimi yapan vardır yapmayan vardır, orasını bilmiyorum; fakat, aslolan budur. Yazarken her cümle sizi ne kadar özgürleştiriyorsa o kadar da bağlar zaten, kısıtlar. Aklınıza esen her sahneyi koyamazsınız bir romana; metin direnç gösterir, koymaya çalıştığınız bazı şeyleri reddeder, dışına atar. Bu bazen birkaç sayfa olur, bazen bir paragraf, bazen metnin başına koyduğunuz bir epigraf, bazen de metnin adı. Demem şu ki, metnin içinden doğan kuralları sürdürmeye yahut yok etmeye çalışırken yazarın bir de içinde yaşadığı fiziki dünyanın kurallarıyla cebelleşmesinin gereği yok; onları aklının ucundan bile geçirmemeli. Yazmak, bildiğini okumaktır ayrıca. Yazmak, sayıklamaktır. Yazmak, rüya görmektir. Yasalara göre rüya görmek, yasalara göre sayıklamak imkânsız bir şey. Bu düşünülemez bile.

Satırlar arasında
… gerçek fazlasıyla hissedildiğinde insana her vakit gerçek değilmiş gibi gelir, diye cevap verdi Resul de; bunda şaşılacak bir şey yok.
…. Ben hayatın uzak ve yorucu bir köşesine hızla gidip gelmiş gibi oldum bir bakıma. Ardından da tuttum, zaman denen büyük silginin himmetine sığındım.
… sen şehir insanısın, bu sebeple dişlerin zamanla körelir burada.
… Çünkü insanoğlu dişlerini kendi benzerinde biler.

Gazete Vatanhttp://vatankitap.gazetevatan.com/haber/okumak_istedigim_romani_yazdim/4/20376