HÜSEYİN AKIN | 10 NİSAN 2013

İnsan hayatı bir romanda daha mı net görür bundan emin değilim. Fakat romanların hayatı onaran bir tarafı olduğuna içten içe inanırım. Hayat ardından durup düşünme fırsatı vermez kimseye, alabildiğine hızlı akar; çünkü acelesi vardır. Roman bu akışı yavaşlatarak insan karşısında hayata boyun eğdirir. Roman okuyucusu dün-bugün-yarın bağlamında yaşadıklarını ve de yaşayacaklarını bir aynadan görme imkanı bulur. Bu yüzden eksik yaşantıları tamamlayıp yanlış hayatları tashih eder.

Yıllarca peşinde dolaştığım halde karşılığını bulamadığım bazı soruların cevaplarını romanlarda ve roman kahramanlarında bulduğum çok olmuştur. Kaçıp kurtulmak istediğim kent hayatının karşısına acaba hangi hayatı yerleştirmeliyim? Köy mü, kasaba mı, yoksa muhayyel bir yer mi? Bu soruların cevaplarını Hasan Ali Toptaş’ın yedi yıl aradan sonra çıkan yeni romanı ‘Heba’da buldum. Meğerse insanın insanı heba etmediği hiçbir coğrafya yokmuş. Romanın kahramanı Ziya da ‘sise benzemeyen bir sisin içinde’ ‘çaresizliğe gömülmüş geniş bir çaresizlik’ olarak nitelendirdiği şehri böyle bir arayışla terk eder.

Evet, hiçbirimiz bir roman kahramanı kadar cesaretli değiliz. Çünkü yaşadığımız hayat bize kahraman olma fırsatı tanımıyor. Modern hayat tanımlayıp şekillendirdiği insanlara romanlarda bile nefes alma imkanı vermiyor. Onun için ‘Heba’ romanında feleğin tokadını yemeyen tek bir kişi yok. Romanda geçen her ismin aynı zamanda kederli bir hikayesi var. Hasan Ali Toptaş’ın roman kurgusu hayatın düzenek ve dizgesine çok uygun. İnsan, hayatı ve de insanları nasıl yaşadıkça ve konuştukça anlayıp tanıyorsa ‘Heba’ romanını okudukça Ziya’ya, Kenan’a, Binnaz Hanım’a, Körükçü Kazım’a, Hulki dedeye ulaşıyorsunuz.

KENT VE KÖY ÇIKMAZINDA ZİYA’NIN DÜNYASI

Roman bizi ‘kent’ ya da ‘köy’ noktasında çıkmazdan kurtarmıyor belki, ama mistik bir çıkış yolu göstermekten de geri durmuyor. Tasavvufi esintisi çok kuvvetli olmamakla birlikte bu mistik hava daha romanın kapısından içeri girer girmez kendini hissettiriyor. Romanın mistik kanalı olağan hayatın akışına müdahale etmeden kendine ait bir hat üzerinde uzayıp gitmektedir. İç içe soyutlamalarla okuyucunun zihinsel dengesi bozulmamakta roman okuyucuda kanatlanma isteği uyandırsa da ayaklarını yerden kesmemektedir.

Ziya’nın anahtarı teslim için gittiği evin penceresinden şehre bakışı tam da böyle bir iç bakış örneğidir. Bakılanla görülen arasında bambaşka bir manzara vardır. Renkler, kokular ve görüntüler yerlerinden oynayıp onlarla temas eden kişinin gerçekliğine teslim olmuşlardır artık. Gerçeklik denilen şey yerinde duramayan bir güvercin gibi kımıltılı ve de uçucudur. Halden hale geçen Ziya’nın romanda sıklıkla sorguladığı şey bu görünen gerçekliktir. ‘uçuşunu izlemesine, kanat seslerini duymasına ve elini uzatıp tüylerine dokunacak kadar yakın olmasına rağmen bu güvercin de gerçek değilmiş gibi geldi Ziya’ya.'(Sf,15), ‘şehir nasıl kokuyorsa onların bakışları da öyle kokuyormuş gibi geldi Ziya’ya. Dahası, bir an için, bu yaratıklar gerçek değilmiş gibi geldi.’ (Sf, 14) ‘Bakışın kokuşu’, ‘güvercin tüyü renginde derin bir huzursuzluk’ gibi somutlamalar Hasan Ali Toptaş’ın özgün anlatım dili hakkında önemli ipuçları veriyor. Bu durumu sıkıntının somutlaştırılması olarak niteleyenler de vardır. Önceki romanlarında (Bin Hüzünlü Haz ve Uykuların Doğusu) kendini gösteren uyku- ile uyanıklık, karanlık ile aydınlık arası eşikte, ya da ara bir noktadan konuşma biçimi ‘Heba’ romanında daha bir belirginleşmiştir.

İÇİNDEN UZAKLAŞAN DIŞINDA KAYBOLUR

İnsanın içi hem kalbini hem de nefsini temsil etmektedir. İçinden uzaklaştıkça insan dışarısında kaybolur. İnsanın dışarısını kaybolmaktan kurtaran biraz nefsi biraz da kalbidir. Kötülük yapabilme kuvvesine rağmen bu kuvveyi fiile dönüştürmeyen insan kemal basamaklarına tırmanıyor. Kalp gıda ve enerjisini huysuzlanan nefsin terbiyesinden alır. Bu hakikat romanda Hulki Dede’nin ağzından seslendirilir: ‘İnsan içindeki canavarı öldürürse çöle dönüşür.’ Nefsi emmare insanın sınanma ciddiyetinin başladığı, muhatap alınma seviyesidir. Romandaki kişilerin bir çoğu kötü-ile iyi arasında tahterevallinin iki ucunda inişler ve çıkışlar yaşar.

Heba romanında her cepheden hayatları heba edilmiş insanları görüyoruz. Bu sahneler içerisinde okuyucuya en ilginç gelecek olanı herhalde askerlikle ilgili olanlardır. Çünkü askerlikte yaşananlar bir romanın konusuna girmeyecek kadar kara kutudur. Sanki başka bir dünyadır orası kelimeleri bile tel örgülerin dışına taşmaz. Cümleler tüfek çatar gibi çatılır orada. Şiirler marş olup savaş düzeni almıştır. Sivil hayatla askerlik ararsındaki hayat mesafesinin bir edebi eserde konu edilmesi çok alışık olmadığımız bir şey. Romanın belki de en realist bölümü burasıdır. Ne hayattan romana bir şeyler fazladan girmiş burada ne de romandan hayata taşmış bir şeyler var.

Roman trajik bir sahne ile bitiyor. Ziya’nın asker arkadaşı Kenan köylülerin alttan alta tahrik etmesiyle Körükçü Kazım tarafından bıçaklanır ve çok geçmeden düşüp ölür. Ziya çirkin bir iftiranın kurbanı olarak köylülerin linçinden canını zor kurtarır. Kayalar arasına saklanır. Romanın bundan sonrasında roman kahramanı Ziya ile roman yazarı göz göze gelir. Roman yazarının bir roman kahramanını gerçeklik sınırları içerisinde saklayıp koruyabilmesi ancak bu kadardır.

Son cümleyi kendini var eden roman yazarına aczini hatırlatır bir tonda söyler:

-Beni buldular.

Kim bilir belki de heba budur; etten kemikten varlığa bürünüp zalimlerin kadrine uğramak ya da etten kemikten sıyrılıp aşkın bir dünyanın görünmezliğinde sonsuzla sonsuza dek yaşamak.

Son söz: Heba her istasyonda soluklanmak için mola verip yavaş okunması gereken bir roman. Hayatla karıştırmamak için, sık sık içinize inmeniz gerekiyor. Okurken yaralarınızı kontrol etmeyi de ihmal etmeyin.

Heba

Hasan Ali Toptaş

İletişim Yayınları

2013

328 sayfa

Kaynak: http://yenisafak.com.tr/kitap-haber/uyku-ile-uyaniklik-arasi-heba-03.04.2014-509357