Hasan Ali Toptaş ile tanıştığım günden bugüne yaklaşık yirmi yıl geçti. Kırk yıllık arkadaşım Şükrü Erbaş, mutlaka okumalısın diye adını vermiş, yayımlanmış kitaplarını göndermişti. Hasan Ali Toptaş’ın öyküleri ve romanlarıyla böylece tanıştım, neden sonra kendisiyle de. Arkadaşlığın dışında, okuduğum kitapların yazarlarıyla tanışmaya hiç çalışmadım. Bir yazarı kitaplarından daha iyi tanımanın yolu yoktur. İnsanın kişiliğini, kimliğini en çok ele veren konuşmasıysa, bunun canlı olmayanı da yayımlanmış sözleridir. Yazarların kendileriyle yapılan söyleşiler sırasında söyledikleri onları iyi anlatır elbette.
Hasan Ali Toptaş’ın söyleşilerinin derlendiği Başlarken Yalnızsın, Bitirdiğinde Daha da Yalnızsınkitabı, onu tanımak için iyi bir olanak. Çok kendine özgü bir yazarın yazma deneyimi yanında, dil, kurgu gibi yaratım sürecinin başlıca sorunları üstüne düşüncelerini öğrenmek, hem ilgi çekici hem öğretici.
Önce dil gelir
Hasan Ali Toptaş’a en çok sorulan soru, dille ilgili olmuş. Romanlarını okuyanlar sözü hemen hep dile getiriyor. Çünkü Hasan Ali Toptaş’ın yazdıklarının ayırt edici yanı, kullandığı dilin özellikleridir, o da en çok dilden söz etmeyi seviyor. Bunu bilen harf melekleri hemen hep Hasan Ali Toptaş’ın omuzundadır. Dilin ne olduğunu iyi bilen bir yazar o.
Dili neresinden tutmak gerekir diye düşününce, önce sözcükler gelir Hasan Ali Toptaş’ın aklına. Doğrusu da budur. Anlamı sözcükler taşıyorsa, yazar da hem doğru hem güzel sözcükleri arar. Bunun için ne yapılması gerekiyorsa yapar. Sözgelimi sözlük okur, Hasan Ali Toptaş gibi. Onun, romanlarını yazarken ara sıra sözlükleri açıp karıştırdığını biliyorum, kendi dağarcığındaki sözcüklerden kat kat fazlasının sözlüklerde durduğunun bilincindedir çünkü. Yazarın işi, zihninde kıpır kıpır eden sözcüklerin yanında, ölü sözcükleri de canlandırmaktır.
Benim âdeta dili yazmak diye nitelediğim bir dil anlayışının ve anlatımın içinde, kurgunun dilden bağımsızlaşamaması durumunu, üstünde düşünülmesi gereken bir saptamayla Hasan Ali Toptaş’a açıklarken dilin müziğinden söz ediyor Latife Tekin ve, “Ben aslında Türkçede çok az roman yazıldığına inanıyorum,” diyor. “Biz roman değil, daha çok masalımsı, destanımsı tuhaf bir şeyler yazıyoruz. Batılı anlamda roman yazmıyoruz.”
Dramatik kurgunun omurgasını oluşturmadığı romanlar yazdığımız düşüncesini önemli buluyorum. Bir özellik bu. Nedenleri ve sonuçları tartışılmalı. Belki roman sanatımızın bütünü için değil ama yazınsal metni her şeyden önce dil içinde tanımlayan yazarların, dilin ritmini kurmak için gösterdikleri özel çaba, onları çok güzel yazılmış ama bu arada yaşayan hikâyeleri gölgede bırakan romanlara götürüyor. Birincil önemde olmasa da, ne anlatıldığı sorusu belki bu yüzden sıklıkla dile geliyor.
Hasan Ali Toptaş’ın, Başlarken Yalnızsın, Bitirdiğinde Daha da Yalnız’daki söyleşilerinde parça parça açıkladığı roman anlayışının belirgin özelliklerinden biri, baştan tasarlanmış bir kurguya dayanmamasıdır. Romancı, elbette bir tasarı yapar zihninde ama romanı bütüncül bir tasarıma uygun biçimde yazmaz. “Ben romanlarımın hiçbirini ilk kurguladığım şekliyle yazabilmiş değilim,” diyor Hasan Ali Toptaş. “Belki başlangıçta otuz kırk sayfayı ilk kurguya uygun yazmışımdır ama, ondan sonra hep yoldan çıkmışımdır.”
Romanı başından sonuna sahne sahne canlandıran görsel bir anlayışın bütün bütüne dışında, sözcüklerin, dilin anlamına dayanan bir tasarım yaparak yazıyor Hasan Ali Toptaş. Romanı romanın içinde düşünmek de diyor buna. Böyle bir yaratım süreci her romanda dili ve anlatım biçimini öteki bütün öğelerin üstüne çıkarırken anlatılanın baskı altında kalmasına da yol açabilir. Márquez’de ya da Yaşar Kemal’de böyle olmaz da, Hasan Ali Toptaş’ta böyle olabilir, başka bir biçimde Bilge Karasu’da da. Dolayısıyla dramatik kurgunun anlatının gövdesini oluşturmadığı bu roman anlayışında, romanın bir asıl sorunu –ve belki yan sorunları– olmakla birlikte, o sorunları içine alıp hareket ettiren bir hikâye kurma amacı geride kalabilir.
Hasan Ali Toptaş bunun bir açıklamasını Kayıp Hayaller Kitabı’nın dilini nasıl kurduğunu anlatırken yapıyor. Önceki romanlarından farklı teknikler kullandığı Kayıp Hayaller Kitabı’nda anlatıyı yer yer hızlandıran, yer yer köpürtüp durulan bir biçim verdiği dilin, romanın farklı makamlarda okunmasına da olanak verdiğini söylüyor. Öyle ki, “gelecek sayfalara ilişkin bazı ipuçları birtakım tümcelerin sözcük diziminden bile çıkarılabilir” diyor. Sözdiziminin bile anlam ürettiği bir dil, dili yazmanın başka bir ifadesidir.
Yaratıcı yazarlar, kendi arayışlarını öteki yazarlara ve kitaplara bakarak da zenginleştirir ama ondan da önce kendi yazdıkları içinde yaşayarak. Nelerin nasıl yazılacağı, yazdıkça öğrenilir. Hasan Ali Toptaş, roman anlayışının Bin Hüzünlü Haz ile bir sıçrama yaptığından söz ederken, “bir yazarı, kendi yazdığı metinden daha iyi hiçbir şey eğitemez,” diyor. Tam da böyledir. Kendini sınadıkça ve yazdıklarında olanlarla olmayanları ayırt etmeye başladığında, yeni çeşitlemeler yapmak ve yeni biçimler bulmak için doğru yolları da görmüş olur.
“Metnin iç aklı” diyor Hasan Ali Toptaş. Bu da onun yazıyla ilişkisini iyi anlatıyor. Yazacağı roman için gerek duyduğu bilgileri alıp içselleştirirken, o bilgiyi unutmamak yazarın başına bela olabilir.“Başka bir deyişle,” diyor Hasan Ali Toptaş, “bir metinde her şey yazılmadan önce düşünülmüşse, her şey aklın menzilinde olup bitiyorsa o metin sağlıksız bir metindir. Bu durumda, metnin iç aklı bile hiçe sayılmıştır çünkü.”
Okur –ve yazar adayı– bunu da yazarın kendi anlayışı, alışkanlığı, deneyimi olarak almalıdır ama. Yoksa kendi sezgilerini kullanmak yerine, okurken ya da yazarken hep başkalarının aklına bağlanmak zorunda kalır. Burada hemen algılanması gereken bir refleksi anlatıyor Hasan Ali Toptaş, bu onun için vazgeçilmez, bugüne dek değiştirmeye gerek görmediği bir tutumdur. Öte yandan romanı başından sonuna tasarlayarak yazan o kadar çok önemli romancı var ki, onlar için de bilgi unutulmazsa olmazdır ama hemen orada yaratma eyleminin düşyoluna da girmektedirler.
Metnin iç aklı, onun aynı zamanda yazardan ve her şeyden bağımsız, kendisi için var olacağını da gösterir. Asıl olan metnin serüvenidir. Hikâye, konu, olay örgüsü gibi öğeler bir başlarına kendilerini anlatmaz. Sözgelimi bir kişiyi anlatmak için yazılmaz roman ya da öykü, hayatımız roman değildir. Metnin kendi serüveni, onun dil olmadan olamayacağı: yaratıcı yazarın edebiyat algısı bu olmadıkça, sonunda edebiyata da yaklaşılamaz.
Hasan Ali Toptaş, bu sorunları en çok düşünen yazarlardan oldu. Elbette kendi yazdıklarında da titizlikle uyguladı. Böyle olduğu için de bulunduğu düzeyde kalmak yerine, her zaman daha yukarıya çıkmaya, yeni buldukları ve düşündükleriyle yazdıklarını geliştirmeye çalıştı. İlk romanlarından sonra Kayıp Hayaller Kitabı’nda anlatının ritmini tarttı, sözcüklerin bulundukları yere göre taşıdıkları anlamları incelikle ayırt etmeye çalıştı, bağlaçları kullanarak anlatı dilini yeniledi. Sonra Bin Hüzünlü Haz ile birlikte yeni bir yol açtı kendine. Heba’da bu kez dilini farklılaştırdı, kendi deyişiyle, Heba’dan önceki Hasan Ali Toptaş’ı geçmeye çalıştı.
Hasan Ali Toptaş’ın bugüne kadarki yaratıcı yazarlık serüveninin sıkı bir değerlendirmesini ders çalışır gibi okuyabiliriz.
BAŞLARKEN YALNIZSIN, BİTİRDİĞİNDE DAHA DA YALNIZ
Hasan Ali Toptaş
İletişim Yayınları, 2014
306 sayfa, 22 TL.
http://kitap.radikal.com.tr/makale/haber/yazarin-sozu-yazinin-sozu-408493
Leave A Comment
You must be logged in to post a comment.