1985’te Ankara’ya ilk geldiğimde kaybolurum diye korkmuş, korktuğum için de, otobüsten inince gideceğim adrese yürüyerek gitmeye çalışmıştım. Her yer sisin dumanın içindeydi o sırada ve havada kara kara kurum parçacıkları uçuşuyordu. Derken, nasıl olduysa ben kendimi birdenbire bir tiyatro binasının önünde buldum ve orada durup bir süre afişleri seyrettim. Benimle birlikte, o ân içimdeki kasaba da seyretti sanki bu afişleri. Hatta tuhaf bir telaşla itişe kakışa, içimdeki kasabanın içindeki insanlar da seyretti. Sonra, bu insanlar mı itti bilemiyorum ama, aniden gişeye doğru yürüdüm ben ve sahnelenen şey her neyse onu seyretmek için bilet almak istedim. Gişedeki görevli ücretsiz seyredebileceğimi söyledi. Salona girdiğimde, hayatımda hiç böylesine muhteşem bir yer görmediğim için, ilkin nereye oturacağımı bilemedim tabii; kırmızı koltukların arasında, yarı açık bir ağızla öylece dikildim kaldım. O sırada, sahnede ne seyredeceğimi de bilemiyordum hâlâ. Derken vakit gelip çattı, ışıklar söndü, perde açıldı ve sahneye birdenbire neşeli haykırışlar eşliğinde Devlet Halk Dansları Topluluğu fırladı. Gösterileri o kadar renkli, o kadar canlı ve o kadar neşeliydi ki benim boğazım düğümlendi birden, nefes alamadım ve dizlerimin üstüne doğru eğilerek hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Ben ağlarken, içimdeki kasabanın içindeki insanlar da ağlıyor muydu, sesime onların sesleri de karışıyor muydu hiç bilemiyorum. Benim bildiğim şu ki, işte Ankara’ya gelmiştim ve daha gelişimin ilk saatinde, karanlık bir salonda tek başıma oturmuş ağlıyordum.
Orada döktüğüm gözyaşları benim bakışımda bir çeşit kekemelik oluşturdu mu bilemiyorum ama, sonraki yıllarda hiç tanımaya çalışmadım Ankara’yı. Balgat Yüzüncü Yıl’da, Demetevler’de, Yenimahalle’de ve Sincan’da otururken, yaklaşık yirmi yıl boyunca bir odayla bir sokak yetti bana. Sözgelimi, bu yirmi yıllık süre içerisinde Papazınbağı denen yerin ününü birçok kez duydum ama nasıl bir yer olduğunu hiç merak etmedim. Ankara Kalesi’ne de tesadüfen bir kez gittim sadece. Sıcak bir yaz gecesi, zifiri karanlıkta gittim ve içinde bulunduğum insanlar gülüp eğlenirken ben sürekli İmr’ül Kays’ı düşündüm.
Aslında, benim Ankara’nın semtlerini pek bildiğim de söylenemez. Beşevler’le Emek’i, Emek’le Bahçelievler’i sürekli birbirine karıştırırım örneğin. Ya da, Tunalı Hilmi Caddesi’yle Cinnah’ın tam olarak nerede olduğunu bilemem. Yanımda arkadaşlarım varsa, arada bir, şimdi tam olarak Ankara’nın neresindeyiz diye sorar dururum bu yüzden.
En iyi bildiğim yer Konur Sokak’tır. Daha doğrusu, Konur Sokak’taki kitabevleriyle, yılda birkaç kez arkadaşlarla gittiğimiz Mülkiyeliler Birliği. Bir de, ayda bir oturup yemek yediğimiz Sakarya’daki Kumsal Lokantası’yla Olgunlar Sokak’taki Su’dem’i bilirim.
Bunların dışında Ankara bana hep resmi binalardan oluşan soğuk bir beton yığını olarak görünür. Kimi zaman da, bir çeşit üniforma hışırtısı olarak. Ya da, beton yığınları arasında uçuşan bir çeşit evrak gürültüsü olarak.
Kısacası, ne Hasan Ali Toptaş’ın bir Ankarası var, ne de Ankara’nın bir Hasan Ali Toptaş’ı.
Yazarların Ankarası, 2011
Sevgili Hasan Ali Bey,
Daha ‘Kuşlar Yasına Gider’in sağaltıcı büyüsü içindeyken, ‘Harfler ve Notalar’a yeniden sarıldım. Erkenden metinlerle tanışıp, büyümüş, ama hiç yazamamış bir gedikli ve kıdemli bir okurum. İlkokul birinci sınıfta iken, bir akşamüstü, babacığımın masanın üzerine yaydığı Jules Verne külliyatına uyandım. Bir – iki yıl sonra, kitaplığındaki Panait Istrati romanlarını devirdim. Sonrası kendiliğinden geldi. Teknik bir mesleği çok severek icra ettim; edebiyat ve sinema düşkünlüğüm azalmaksızın.. Hemen hemen tüm yaşantım Ankara’da geçti; bürokratik değil, kültürel tarafını yaşadığımdan olsa gerek, sizin aksinize, bana hep çok iyi geldi. Ama şehrin havası suyu yazdırmıyor (!) demek ki. İyi ki siz ve sizin gibi nadide pınarlarımız var; bana “Adam zaten yazmış yahu ..” dedirtip, yüreğimi soğutan.. Bizler de ‘Bartleby ve Şürekası’ zümresinden yola devam ediyoruz. Rollo May’in ‘Yaratma Cesareti’nde anlattığı soydan gelmeyenler olarak. Sağ olun var olun, zihniniz, gönlünüz, eliniz dert görmesin inşallah..
Bülent TUNCER