Hasan Ali Toptaş’ın yeni romanı ‘Kuşlar Yasına Gider’, bir bakıma babadan geriye kalacak hikâyeleri toparlamaya çalışan bir oğul-anlatıcının romanı. Bir yandan babanın dünyayla bir türlü çözemediği dertlerine odaklanırken diğer yandan da geride kalanların alınlarına yazılan babadan kalma bir yalnızlığı da anlatmaya soyunuyor. ‘Heba’dan itibaren yazarlığında farklı bir dönemin ipuçlarını veren Hasan Ali Toptaş’la, gerçeğe yakın durmasına rağmen yine hayallerle at başı giden yeni romanı ‘Kuşlar Yasına Gider’i konuştuk.

‘Kuşlar Yasına Gider’, önceki Hasan Ali Toptaş metinlerinden biraz farklı. Bir söyleşinizde belirttiğiniz üzere, planlanmış bir roman bu. Kendinizi bu yeni düzende rahat hissettiniz mi?
Evet, eski çalışma şeklimin dışına çıktım ve ilk kez romanımı metnin dışında, baştan planladım. Masaya oturduğumda hangi bölümü nasıl yazacağımı biliyordum. Ne var ki, planladığım gibi olmadı, aşağı yukarı, romanın dörtte biri yazım sürecinde ortaya çıktı. Duguk sahnesi mesela, avuç içine çizilen daire, Bekir’in rüyası, gofretler ve babanın anlattığı bazı hikâyeler… Bunlar planın dışına taşan şeyler. Doğrusu, harfi harfine, planladığım gibi yazsaydım bu beni çok rahatsız ederdi. Romanın aklın menzilinde yapılan bir iş olmadığını düşündüğüm için rahatsız ederdi. Bu nedenle, hesabın dışına taşması iyi oldu. Bu nedenle rahattım yazarken. Her zamanki gibi bazen metnin dediği oluyordu bazen benim dediğim.

‘Heba’ yayımlandıktan sonra, “Derinliği yüzeye çekmek istedim” demiştiniz. Bu istek, ‘Kuşlar Yasına Gider’de daha belirgin gibi. Haksız mıyım?
Derinliği yüzeye çekmeyi layıkıyla yapmaya çalışıyorum hâlâ. Bu romanda da aynı şeyi amaçladım. Dile getirilebilecek türden, dile getirilemeyecek türden başka başka şeyler de amaçladım elbette. Metnin matematiksel işleyişini kurarken, metnin ses ve renk örgüsünü dokurken ya da bir cümlenin kuvvetini artırmak için hangi cümleleri kurban etmeliyim diye düşünürken çeşit çeşit şeyler amaçladım. Amaçladığım başka bir şey de ‘yeni bir acemilik’ inşa etmekti mesela. Romanı yazarken beni fazlasıyla heyecanlandıran, üzerinde fazlasıyla kafa yorduğum şeylerden biri de buydu; tecrübenin şavkında ‘yeni bir acemilik’ inşa etmek. Buna benzer çeşitli heveslerim olur benim, bazen bir işe yaramazlar, metnin etine kemiğine, betine benzine doğrudan bir katkıları yoktur. Beni heyecanlandırmaları, yazma arzumu hararetlendirmeleri, diri tutmaları kâfidir.

‘Kuşlar Yasına Gider’, ‘baba’ odaklı bir roman. ‘Sonsuzluğa Nokta’ romanınızda bu denli olmasa da baba imgesi geniş yer tutuyordu. Neden bu meseleye geri dönme ihtiyacı duydunuz?
Bunun nedenini tam olarak bilmiyorum. Farkında olduğum ya da olmadığım birçok neden vardır hiç kuşkusuz. Belki ‘baba’ imgesine farklı bir köşeden bakmayı istedim.

Yıllar önce yazdığım bir incelemede Türk edebiyatında ‘baba’ meselesine, şiirin bir tür sevgi, romanın ise çatışma sahnesi üzerinden baktığı tespitinde bulunmuştum. Hatta bu ‘çatışma’ tespitinin içinde ‘Sonsuzluğa Nokta’ da vardı. Ancak, benim okuduğum ‘baba’ temalı romanlar içinde ilk kez çatışma değil, aksine sevgiyle anlatılan bir baba imgesi var romanınızda.
‘Kuşlar Yasına Gider’deki baba oğul ilişkisi, alıştığımız türden bir ‘çatışma’ üzerine kurulmuş değil, evet. Babasının son demlerine tanıklık eden, onun hikâyesini derleyip toplamaya, sırlarına vâkıf olmaya çalışan ve bunları sevgiyle yapan bir oğul-anlatıcı var. ‘Yalnızlıklar’daki “Babalar, alınlarımıza yazılmış yalnızlıklardır” cümlesi bu romanda da geçiyor biliyorsunuz. Anlatıcı eğilip, alnına yazılan bu cümleyi biraz daha yakından okuyor, bu cümlenin önünü ardını yokluyor da diyebiliriz aslında. Başka bir ifadeyle, o güzel Ardahan türküsündeki “Bu yol Pasin’e gider/ Döner tersine gider” gerçekliğine tanıklık ediyor.

Bu romanda daha önce kullanmadığınız farklı kelimeler de var; hıyallamak, deşdivan, pıynar, tavşanak, kebe, dastar, kadirşinas otları, vefagülleri, henge bakmak, hapahap karşılaşmak ya da hembembe sek-mek gibi…
Bunlar benim doğup büyüdüğüm topraklarda hâlâ kullanılan kelimeler. Mesela hıyallamak fiilini tahminimce 200 bin kişi kullanıyor. Belki daha da fazla. Romanı okuyanlar büyük bir ihtimalle sözlüğe bakma ihtiyacı duymadan anlayacaktır bu kelimeleri. Hapahap kelimesi çok hoşuma gider mesela, Hüseyin Rahmi’nin metinlerinde de vardır. Romanı yazarken, Mardin’deki bir arkadaşıma ‘Hembembe sekmek nedir, biliyor musun?’ diye sormuştum bir ara; o da, “Boş boş gezmek” cevabını vermişti. Doğruydu elbette, ‘hembembe sekmek’ bir tür gönüllü avareliktir. Ayrıca, şu ‘hembembe’ kelimesindeki ritme bakar mısınız, inişli çıkışlı, âdeta keklik sekişi gibi; nasıl da m harfinin, b harfinin omuzlarında yükselip yükselip e harfinin yumuşak dizlerine düşüyor… Çocukluğumdan beri bildiğim bu güzel fiili kullanmayıp da ne yapayım ben şimdi, çat diye çatlayayım mı? Sözünü ettiğiniz kelimelerden sadece ikisi yahut üçü uydurma, ben uydurdum. Dediğim gibi, ötekiler hâlâ kullanılan kelimeler. Türkçenin kayıp incileri…

Bu kitabın otobiyografik olmadığına dair kimi ‘önlemleriniz’ var romanda. Ama bir yanıyla sanki otobiyografik bir tarafı da var romanın ya da bile isteye okura böyle hissettiriliyor. Mesut Varlık’ın hazırladığı ‘Efendime Söyleyeyim’ adlı kitapta Canavar Hasan’dan söz etmiştiniz örneğin. Başka otobiyografik öğe var mı bu romanda?
Önlem almadım, önlemmiş gibi görünen şeyler romanın yapısı onu gerektirdiği için, bazı yanılsamaları inşa etmek için var. Dede bahsi de öyle, bir yanılsamayı kuvvetlendirmek için. Haddizatında, biliyorsunuz, bu ve buna benzer olası sorulara romandaki baba peşinen cevap veriyor, anlatıcıya, “‘Noktanın Sonsuzluğu’ diye bir romanın vardı ya hani, vaktiyle, onu biraz okumaya çalışmıştım ben. Orada anlattığın minibüs şoförünü kendime benzettim evvela, derken baktım, onun yanında Bedran diye biri muavinlik ediyor. O zaman anladım ki, benimle alâkası falan yok. Ben yanımda hiç öyle birini çalıştırmadım çünkü” diyor. Bu sözler de bir önlem değil aslında, romandaki kitapla ilişkisini düşünürsek, metin okuma biçimine dair cümle âlemin bildiği yalınkat bir usûl. Aynı zamanda ‘Kuşlar Yasına Gider’in öteki metinlerimle, ‘Sonsuzluğa Nokta’ ile olan bir ilişkisi, bir alışverişi, bir selamlaması, büyük daireye eklemlenişi. Velhasıl, Kemal Tahir’in dediği gibi, evet, romandaki her şey gerçek ama roman gerçeği. Dediğiniz gibi, bile isteye okura otobiyografikmiş gibi hissettiriliyor. Romanın söylediklerine, fısıldadıklarına ya da daha başka yollarla göstermeye, sezdirmeye çalıştığı onca şeye rağmen otobiyografik olduğu iddia edilirse yapılacak bir şey yok tabii. Şunu demeye çalışıyorum, roman kendisinin nasıl okunacağına dair ipuçlarını da içeriyor zaten. Ayrıca, yazarı beyan etmediği sürece hiçbir roman otobiyografik değildir bence.

Diğerlerinden farklı olarak ‘gerçek’e yakın duran bu romanda bile, ‘beyaz at’, ‘beyaz gömlekli çocuk’, Ayperi’nin ‘beyaz sayfa’ rüyası gibi unsurlar, romanın ilk paragrafında yazının başına oturup sayfanın beyazlığına tuttuğu dolma kaleme bakan yazar-anlatıcıyı hatırlatıyor. Acaba, yazar-anlatıcının yazarı da dünyayı, yazılmayı bekleyen ya da yazılagelen ya da yazılmakta olan bir beyaz sayfa olarak mı görüyor?
Evet, aynen öyle görüyorum, kelimelerin dışındaki dünya koca bir yalan benim için. Kelimelere döktükçe, yazıya geçirdikçe inanıyorum ona. Yok, inanmıyorum aslında, yıllardır inanmaya gayret ediyorum. Doğrusu, bu. Ayperi’nin rüyasındaki o devasa kalem anlatıcının üstüne düştü de onun ağırlığı altında ezildi mi bilemiyorum. Hiç kuşkusuz, ezilip ezilmediğini zaman gösterecek.

Her yazarın içindeki değişim arzusunun farkındayım ve bu yeni durumdan memnunum ama yine de sormak zorundayım. HAT romanları hat mı değiştiriyor, HAT mı değişiyor? Şu nedenle soruyorum: ‘Kuşlar Yasına Gider’e kadarki romanlarınızda ‘belirsizlik’ esastı. Artık nedenselliği esas alan romanlar mı okuyacağız sizin kaleminizden, diye merak ediyorum. Yoksa bu, ‘Kuşlar Yasına Gider’e has bir durum mu?
HAT da romanları da değişiyordur hiç kuşkusuz. Fakat belirsizlikten uzaklaştığımı düşünmüyorum, roman sanatı hakkında Kundera’nın yaptığı ‘belirsizliğin bilgeliği’ tanımına kendini yakın hisseden biriyim ben. Belki kıvamı değişmiştir belirsizliğin, örtüleri değişmiştir, renk tonu, ses perdesi değişmiştir. ‘Kuşlar Yasına Gider’de okura bırakılmış, ucu açık birçok şey var. Beyaz atı yularından tutup bir yere okur bağlayacak sözgelimi, babanın anlatırken yarım bıraktığı hikâye okurun zihninde tamamlanacak, beyaz gömlekli çocuk okurda aydınlanacak, Ayperi’nin küçükmüş gibi görünen rüyasının şümulünü okur çizecek. Ya da roman boyunca çeşitli kılıklarla gezinen beyazı devşirip okur kendi zihninde yeniden yazacak. Buna benzer daha başka şeyler de var ama romanla okur arasına girmek istemediğim için onlardan söz etmeyeyim. Galiba kelimeleri yutmayı bu romanda daha iyi öğrendim. Öğreneceğim kim bilir neler var daha.

Sırada ne var diye sorayım?
‘Heba’dan önce yazmayı düşündüğüm bir roman var sırada. Bir türlü ona başlayamadım. Başarabilirsem ona başlarım herhalde. Fakat ben iki yıldır western filmi seyretmiyorum. Seyretmediğim western filmi kaldıysa, herhalde birkaç ay onları seyreder, ‘Kuşlar Yasına Gider’in havasından kurtulmaya çalışırım.

Kaynak: http://kitap.radikal.com.tr/makale/haber/kelimeleri-yutmayi-daha-iyi-ogrendim-434784